29 Kasım 2012 Perşembe

Contemporary İstanbul 2012


Bir Contemporary İstanbul sanat fuarını daha geride bıraktık. Türkiye’de son yıllarda hızla artan sanat ilgisi bu tür fuarlarda da kendini belirgin bir şekilde hissettiriyor. Art Beat, Contemporary İstanbul, Tüyap sanat fuarı, Abdi İbrahim’in sponsor olduğu Van Gogh sergisi, Sakıp Sabancı Müzesinin sponsor olduğu Rembrandt ve çağdaşları ve Claude Monet sergileri bu sene bizleri sanata doyurdu ve daha ilgisiz olanların bile ilgisini çekti.
Bu seneki Contemporary İstanbul sanat fuarından, bir  koleksiyoner gözüyle, kendi şahsi görüşlerimden bahsetmem gerekirse, maalesef çok etkilenmedim. Geçen seneki fuar bence çok daha başarılıydı. Özellikle üst katı daha ticari, alt katı daha ise sanatsal bulduğumu söyleyebilirim.  Aklımda yer edecek kadar beni etkileyen işlerden kısa kısa bahsetmem gerekirse, üst katta Dirimart Galeri de çok güzel bir Ramazan Bayrakoğlu işi vardı ve insanın baktıkça bakası geliyordu. Standın dış duvarında da Andreas Gursky'nin 400.000 euroya satılan Bangkok No.4 adlı işi vardı. Olcay Art’da Devrim Erbil hocanın İstanbul manzaralarını kendi tekniğiyle resmettiği işler vardı. Değerli sanatçı Burhan Doğançay’ın olduğu bölümde ressamın yeni işleri sanatseverlerin ilgisine sunulmuştu. Laurence Jenkell’in bonbonlarıyla dolu pavyon, işlerin parlak kırmızı renkte olmaları sebebiyle dikkat çekse de bana biraz ticari geldi. Her ebattan bonbonun yer alması bende sanki sanat pavyonu değil de, hediyelik eşya dükkanı izlenimi yarattı. Seri üretime dönmüş sanat beni biraz itiyor. Ansen yine geçen seneki gibi microbigslerden oluşan işlerini sergilemişti. Galeri Merkür'ün standında Ziya Tacir'in etkileyici bir fotoğrafı, Seçkin Pirim'in küçük bir duvar işi ve Ebru Döşekçi'nin parlak kırmızı bir heykeli vardı. Diğer bir pavyonda bulunan Mehmet Güleryüz’ün diptik dev resmi belki alınacak eserler arasındaydı ama onun haricindeki üst kattaki çoğu eser müzayedelerde ya da galerilerde görülecek sıradanlıktaydılar.
Alt kata gelince bu sene sevgili Oktay Duran, Art On galeri olarak yine çok güzel bir sergi alanı oluşturmuştu. Konusunun en uzman isimlerinden biri olan Özlem Ünsal’ın eserleri optimum bir şekilde yerleştirmesi sonucu; bir tarafta iç açan renkleri ve sarhoş eden perspektifi ile Burcu Perçin’in fuarın ilk günü satılan işi, bir tarafta gerçek mi fotoğraf mı, resim mi ayırt edemediğiniz bir Yahya Bağçı işi, bir diğer tarafta ise Kemal Seyhan’ın defalarca boya üstüne boya vurarak yaptığı kan kırmızı bir tuval işi pavyona girer girmez göz alıyordu. Yahya Bağcı, yeni işlerinde evlerdeki vitrinlerin ya da gümüşlüklerin fotoğraflarını çekip bu resimleri hiper realist bir teknikle tuvale aktararak bambaşka bir seri oluşturmuş. Art On galerideki işi de dikey bir resim olduğundan, belli bir mesafeden baktığınızda sanki evin bir duvarında bir gümüşlük varmış etkisi yaratıyordu. Ben şahsen işçilikten de teknikten de çok etkilendim.
Art ON Galerideki eserlerden bir kısmı. Soldan sağa, Burcu Perçin, Kemal Seyhan ve Ali Alışır.
Alt kattaki pavyonlardan biri de H.R. Giger, Yüksel Arslan ve Ahmet Güneştekin’in eselerinin sergilendiği Mim Art galeriydi. Ahmet Güneştekin, Antrepo 3 teki Yüzleşme isimli dev sergisinin yanı sıra son dönem işleri ile Contemporary İstanbul’a da katılmış. Bir diğer sanatçı Giger ise (ünlü yönetmen Ridley Scott’un, Alien’inin yaratıcısı) bir resim, üç küçük, bir de büyük heykel ile Mim Art Galerinin duvarlarını süsledi. Mim Art Galeri’de en beğendiğim işler ise, Fransa’da yaşayan değerli sanatçımız Yüksel Arslan’ın kataloge işleriydi. Müzayedelere çok nadir çıkan, aranıldığı zaman kolay kolay bulunamayan bu sanatçının güzel ve kataloge işlerini sanatseverlere sundukları için Mim Art Galeri’yi tebrik etmek gerekir.
Sonuç olarak baktığımızda % 65 satış ortalaması yakaladığından bahsedilen Contemporary İstanbul 2012, galerileri tatmin etmiş olabilir ama 2011 deki fuara kıyasla bir koleksiyoner olarak beni çok tatmin etmedi.  Hepsi diyemem ama birçok sanatçının para eden işlerinin üretimini devam ettirdikleri bir fuardı bana göre. 2013 de çok daha güzel bir fuar görmemiz dileğiyle, herkese sanat dolu günler dilerim.

20 Kasım 2012 Salı

Muhteşem Yüzyıl mı? Yoksa sonun başlangıcı mı?


Toprakları üstünde birçok etnik kökenden ve milletten insanın rahat ve huzur içinde yaşadığı, üç kıtaya hükmetmiş bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun, en parlak dönemini anlatan meşhur bir dizimiz var. Göz alıcı dekorları, birbirinden çarpıcı kostümleri, güçlü kadrosu ve sürükleyici anlatımıyla ben dahil milyonları ekrana kilitleyen bu dizi, zaten sayısız kitap okuyup senaryo yazacak kadar tarihe meraklı olan bendeniz de, o dönemle ilgili de sayısız kitap okuma isteği yarattı.

Anadolu’da küçücük bir beylik iken, İslamiyet’i yayma adına yapılan savaşlarla, diğer beylikler arasından sıyrılan, toprakları büyüdükçe güçlenen, güçlendikçe büyüyen ve zamanla tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı, aslında birbirinden enteresan hikayelere sahip.  Bu hikayelerden en ilginci de tabi ki en uzun süre (tam 46 yıl) tahtta kalmış ve hükümdarlığı sırasında da Devlet-i Aliye'nin en geniş topraklara sahip olmasını sağlamış Kanuni Sultan Süleyman'a ve onun eşi Hürrem Sultana ait.

Okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyenleri, tarih romanı değil, tarihin romanını yazdığını söyleyen değerli yazar Cahit Ülkü’nün kitapları “Son Hazaryalı” ve “Suların Getirdiği Padişah” adlı kitaplar oldu. Yazarın, bu iki kitabın haricinde, “Pargalı İbrahim Paşa” ve “Rüstem Paşa” adlarıyla iki kitabı daha var. Cahit Ülkü, anlaşıldığı üzere tamamen Sultan Süleyman dönemi üzerine ciddi araştırmalar yapmış ve o dönemin karakterleri ile ilgili romanlar yazmış. Özellikle “Son Hazaryalı” daha bir Hürrem romanı ve 12 sayfalık kaynakçasıyla, tarih romanı değil, tarihin kendisinin roman haline gelmiş şekli olduğuyla da hayli iddialı.

Tabi, blogumdaki bir önceki “Tarih tekerrürden ibaretse, hangi tarihi dikkate almalıyız?” adlı yazımda da belirttiğim gibi; konu tarih olunca, o zamandan bu zamana kadar süregelmiş kaynaklar ve belgelerin doğruluğuna ve onların mantıklı bir şekilde yorumlandığına kendimizi teslim etmek zorundayız. Buradan yola çıkarak, Muhteşem Yüzyıl dizisini merak ve ilgi ile izleyenlere, tam 207 ayrı kaynaktan yararlanılarak yazılmış “Son Hazaryalı” adlı romandan bazı ilginç bilgiler vermek istedim.

Hürrem, yani kitaptaki adıyla Roza, bir dönem Hazar denizinin kuzeyinde hüküm sürmüş Hazarya devletinin son hanlarından Ivan’ın kızı. Hazarya, Musevi bir devlet ve o dönem, Hristiyanlardan çok zulüm gördükleri için zamanla güçsüzleşmiş ve dağılmış. Hayatta kalan son Han’ın en büyük hayali ise bir gün yeniden Hazarya devletini kurmak. Bunun için de, kızı Roza’yı, Museviliğin en rahat yaşandığı Osmanlı topraklarına yollamak, hatta sadece yollamakla kalmayıp, aynı zamanda Roza’nın Devlet-i Aliye’nin hükümdarı, Sultan Süleyman Han’ın en yakın arkadaşı ve has odabaşısı Pargalı İbrahim’in de eşi olmasını istiyor.

Eskiden kendisine sadık olup da şimdi Osmanlı akıncıları içinde yer alan bir cengaverden de sözde Roza’yı kaçırmasını ve bir savaş ganimeti gibi Pargalı İbrahim’e sunmasını istiyor. Planı aynen gerçekleşse de, Pargalı, kendisine getirilen bu kızıl dilberi kendine layık görmeyip hünkarına sunuyor ve Ivan istedi bir göz, Allah verdi iki göz şeklinde bir durum oluşuyor.  Hazarya devletini kurma heyecanıyla cihan imparatorunun karşısına çıkan Roza bütün hünerlerini konuşturuyor ve sultanı kendisine aşık ediyor. Zaman içerisinde ilk şehzade Mustafa'nın annesi Mahidevran ile yaptığı kavgalardan galip çıkmasıyla, saraydaki konumu güçleniyor ve şehzadeler doğurdukça Sultan Süleyman üzerindeki etkisi artıyor ama bir türlü padişahı eski Hazarya devletinin olduğu topraklara göndertip, oralarda babasının kurduğu hayalin gerçeğe dönüşmesini sağlayamıyor. Mehmet ve Mihrümah doğduktan sonra, babası Ivan’ın yanındayken tanıdığı ve aşık olduğu Hazaryalı doktor Agustinho, kendisini Hürrem'in kardeşi gibi tanıtıp sarayda Roza’yı ziyaret ediyor. Bu bölümler aslında Muhteşem Yüzyıl dizisinde ressam Leo adıyla, belki de toplum korkusuyla, biraz farklı bir şekilde anlatıldıysa da Cahit Ülkü’ye göre aslında gelen Hazaryalı doktor Agustinho. Hürrem, Agustinho’yu görünce hem aşkı depreşiyor hem de Süleyman Hazar devletinin kurulmasını sağlamadıysa belki oğlu sağlar diyerek Agustinho ile birlikte oluyor. Böylece Sultan Süleyman’a hiç benzemeyen ve safkan Hazaryalı Selim doğuyor.

Artık Hürrem’in önünde hayallerini gerçekleştirmek için bir tek adım kalır o da safkan Hazaryalı oğlunu, Selim’i sultan yapmak. Bunun için önce Mahidevran’ın oğlu Mustafa’dan kurtulmalı ama ondan önce şehzade Mustafa'nın en büyük koruyucusu Pargalı İbrahim’in işini bitirmelidir. Zaten yıldızı barışmadığı Pargalı, Süleyman ile oyun oynadığı bir gecenin sabahı boğazlanmış olarak bulunur. Pargalı’nın ölümüyle boşalan vezir-i azamlık görevine, Mihrümah ile zorla evlendirdiği Rüstem Paşayı geçirtir. Rüstem Paşa ise Hürrem’in bu iki iyiliğini karşılıksız bırakmamak için artık Hürrem’in kuklası haline gelir. Zaman içerisinde şehzade Mustafa’nın katibinin el yazmalarını ele geçirip yazısını taklit etmeye ve şehzade Mustafa’nın sahte mührüyle babası Süleyman’a Mustafa'nın ağzından mektuplar yazmaya başlar. Mektuplarda şehzade babasının artık yaşlandığını, tahtı kendisine bırakması gerektiğini söyler. Süleyman’ın sert dille şehzadesini azarladığı mektuplar ise hiç Mustafa’ya ulaşmaz, böylece İstanbul’da babasının kendisine bilendiğinden habersiz kalır. Bir gün Süleyman daha fazla dayanamaz ve kararını verir. Ya oğlu onu öldürecektir, ya da o oğlunu. Mustafa’yı otağında huzuruna çağırdığı bir gün yedi iri cellat, Mustafa’yı, belki de sultan olsa, Devlet-i Aliye’yi çok daha ileri götürecek kadar değerli bir şehzadeyi hakkın rahmetine kavuştururlar. Süleyman perdenin arkasından oğlunun cansız bedenine bakarken sakat doğan en küçük şehzade Cihangir çadıra girer ve abisinin naaşını gördüğünde babasına oğluna nasıl kıydığı hakkında veryansın eder. Süleyman o sinir boşalımıyla oğluna sert bir tekme atar ve zaten sakat olan Cihangir yediği tekme ile oracıkta ölür. Mustafa’nın ölümüyle iyice gözden düşen Mahidevran Edirne sarayına sürülür. Artık padişahlık için en büyük aday, Hürrem’in büyük oğlu Mehmet’tir ama o da kaderin acı bir oyunu ile attan düşerek ölür. Geriye sadece Selim ile Beyazıd kalmıştır. Hürrem’in bu ikilideki tercihi çok nettir. Hazarya devletinin yeniden kurulması için safkan Hazaryalı Selim tahta geçmelidir. İki şehzade arasında hep Selim’in adını öne sürer, zaten yaşça büyük olan da o dur. 

Süleyman zamanla Beyazıd’ı gözden çıkarmaya başlar. İki kardeş arasında yapılan savaşlarda hep Selim’e destek olur. Beyazıd en son, İran şahı Tahmasb’a sığınmak zorunda kalır. Tahmasb, Beyazıd’ı 20.000 askeri ile sarayında konuk eder. En yakın adamlarının “şehzadem bir onay verin, 20.000 askerle Tahmasb’ın sarayını ele geçirelim. Babanız, İran’ı fethetmiş bir şehzadeye hayır diyemez, bir anda hem batının hem doğunun hükümdarı olursunuz.” telkinlerine, “bize konukseverlik gösteren bir ev sahibine bu hainliği yapamayız” deyip reddeder, ama o Tahmasb onun için aynı asaleti göstermez ve zaman içinde gelişen dostluklarına binaen şehzadenin askerlerini ödünç alarak kısa görevler için İran’ın belli yerlerine gönderir ama giden hiçbir asker geri dönmez. Sonrasında da askersiz kalan şehzadeyi Süleyman’dan gelen bir ferman ile hapseder. Daha sonra ise İstanbul’dan gelen cellatlar, hem şehzadeyi hem de ailesini katlederek, tahtın tek varisinin Selim olmasını sağlarlar.

Beyaz'ın iki dakika da Yaprak Dökümü, ya da iki dakika da Kuzey Güney'i anlatması gibi hızlıca anlattığımdan çok daha fazlası var Cahit Ülkü’nün kitaplarında. Okuması kolay, dili akıcı. Muhteşem Yüzyıl dizisinde bu anlatılanların ne kadarı beyazcama yansıyacak, ne kadarı halkın tepkisinden korkularak es geçilecek bilemiyorum ama çok da tepki gösterilmeyi gerektirecek bir durum olduğunu sanmıyorum. Sonuçta sultanlara şehzade veren harem gözdelerinin tamamının gayri Müslim olduğu bir dönemde Selim safkan Hazaryalı olmuş olmamış ne fark eder? Tam 207 kaynaktan yararlanılarak yazılan “Son Hazaryalı’nın” anlattıkları bana ilginç geldiği için buradan okuyanlarla da paylaşmak istedim. 

Bize bugüne kadar öğretilenlerden çok daha farklı ve çok daha şaşırtıcı olan bütün bu anlatılanlardan sonra insan kendi kendine sormadan edemiyor; acaba Süleyman 46 sene tahtta kaldığı için mi, o tarihten sonra imparatorluk bir daha hiç aynı parlak günlerini göremedi? II. Murat’ın tahtı Fatih Sultan Mehmet’e bıraktığı gibi, o da ölmeden tahtı en iyi yetişen oğluna bıraksaydı, Devlet-i Aliye için daha mı iyi olurdu? Yani muhteşem yüzyılı yaratan cihan imparatoru, hırsıyla bilmeden o imparatorluğun gerçek anlamda başarılı son imparatoru mu olmuştu? Yani muhteşem yüzyıl, aslında bir bakıma sonun başlangıcı mı oldu? Maalesef hiç bir zaman bilemeyeceğiz.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Tarih tekerrürden ibaretse hangi tarihi dikkate almalıyız?


Lise yıllarında dünya tatlısı ve deyim yerindeyse çok kafa bir tarih hocamız (sevgili öğretmenim, Beyza Şahin’in kulakları çınlasın) olmasına rağmen, ben o dönemlerde tarihe çok ilgi duymuyordum. Delikanlılık çağlarında, kızlarla gezmek ya da üniversite sınavı için test çözmek daha öncelikliydi. Tarih benim için liseyi bitirmek için verilmesi gereken derslerden biriydi. Çalışkan bir öğrenci olmadığımdan da 6-7-8 gibi notlarla tarih dersini okudum bitti, verdim gitti.

Daha sonraları, yaş ilerledikçe entelektüel seviyenin gelişmesi ile ilgi alanlarım ayrıştı ve bilinç seviyem geliştikçe mitoloji, tarih, edebiyat, sinema ve resim gibi konular benim için daha ilgi çekici olmaya başladı. İlgi alanlarım içinde hatırı sayılır bir öneme sahip olan tarih ise bende sürekli bir merak uyandırdı. Eski Mısır’dan, Roma İmparatorluğuna, Osmanlı’dan, yakın tarihimize kadar birçok kitabı okuyarak, kütüphanemin tozsuz raflarına kaldırdım. “Bizans ve Osmanlı Sentezi” adlı kitabın yazarı, değerli araştırmacı İsmail Tokalak’ın haricinde, Halil İnalcık ve İlber Ortaylı, Türk ve Osmanlı tarihi denince akla gelen ilk ve en güvenilir isimler olduğu için de bu değerli tarihçilerin birçok kitabını zaman içinde edindim.

En son İlber Ortaylı’nın 1923-2023 Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı adlı yeni çıkan kitabını aldım ve okumaya başladım. Sayfalar ilerledikçe daha evvel defalarca düşündüğüm konu yine aklıma geldi. Tarih, ne kadar da çetrefilli bir konu. Tamamen galipler tarafından yazıldığı için midir, yazılırken muhaliflerin sabotajları ile dezenformasyona uğradığı için midir, yoksa zaman geçtikçe hıyanete uğradığı için midir bilinmez ama sürekli bir uyuşmazlık içinde. Tarihi diğer sosyal bilimlerden daha ilginç hale getiren de; bu bilinmezlik ve araştırarak en doğruya ulaşma çabasıdır belki de bilemiyorum ama şu bir gerçek ki, verilen müfredatı aynen okutmak zorunda olan değerli tarih öğretmenlerimizi tenzih ediyorum, zamanında bize tedrisat olarak okutulan tarihin gerçek tarihle alakası yok. Evet, belki alakası yok biraz ağır oldu ama popülist yaklaşımlarla çok şeyin değiştirildiği ya da eksik verildiği kesinlikle doğru.

İlber Ortaylı’nın son kitabında, tarih kitaplarında daha önce okumadığımız ya da eksik okuduğumuz birçok bilgi, soru cevap şeklinde ve sıkmadan verilmiş. Merakınızı celbetmesi açısından tek bir örnek vermek gerekirse, benim lise yıllarımdaki tarih kitaplarında; 1. Dünya savaşı öncesinde Reval görüşmesinde İngiltere, Fransa ve Rusya'nın ittifak kurduğunu ve hatta Osmanlı’nın bile kağıt üzerinde paylaşıldığını, bunu öğrenen Osmanlı hükümetinin ise bunu engellemek adına İngiltere ve Fransa ile ittifak kurmak istediğini, fakat Balkan harbindeki başarısızlığı nedeniyle güçsüz bir ordusu olduğu düşünülerek reddedildiğini ve sonrasında Almanlarla ittifak kurarak kumar oynadığından hiç bahsedilmez. O dönemin tarih kitaplarında “Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Ferdinand’ın süikaste kurban gitmesiyle 1. Dünya savaşı başlar ve Osmanlı İmparatorluğu, Almanlarla ittifak yapar” ibaresi vardır, ama İlber Ortaylı, (tabi konu tarih olunca maalesef kim doğru, hangisi doğru hiçbir zaman bilemeyeceğiz) konuyu aynen yukarıdaki gibi anlatmış. Yani Osmanlı hükümeti, paylaşılmamak adına İngiltere ve Fransa’ya yaklaşmış ama reddedilince Almanya tarafına geçmiştir. Halbuki, İngiliz ve Fransızlardan ret yediğinde 1. Dünya savaşından uzak durup, orada asker ve mühimmat kaybetmeseydi, 1. Dünya savaşı sonrası Anadolu topraklarının muhtemel bir işgaline çok daha güçlü bir şekilde karşı koyabilecekti. Osmanlı hükümeti basiretsiz bir yaklaşımla önce güçlüye yaklaşmış, ama kabul görmeyince güçsüzün yanında saf tutarak belki de yeneriz diye kumar oynamıştır ve bu kumar ülkenin savaş sırasında çok daha fazla asker ve toprak kaybetmesine, savaş sonrasında ise Sevr anlaşması ile muhatap olmasına sebep olmuştur. Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa girmesiyle, Osmanlı topraklarında cepheler açılmış ve İstanbul işgal edilmiştir. Savaşı kaybeden tarafta olması, topraklarını işgali için kazanan devletlere hak ve güç vermiştir. Halbuki aynı 2. Dünya savaşındaki gibi tarafsız bir konumda olsaydı, belki de büyük bir savaştan çıkmış olan ihtilaf devletleri işgale hiç başlamayabilirlerdi. Neyse ki eğrisi doğrusuna denk gelmiş ve küllerinden koca bir ülke yeniden doğmuş ve Cumhuriyet kurularak, demokratik hayata geçilmiştir ama bu yine de neyin nasıl olduğunu bilmememizi gerektirmez.

Tek tek örnekler vererek konuyu dallandırıp, budaklandırmaya gerek yok. İlgisi olan okuyucular, İlber Ortaylı’nın 1923-2023 Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı adlı son kitabını alarak ne demek istediğimi anlayabilirler. Okullardaki tarih kitapları mı doğrudur, İlber Ortaylı’nın, Halil İnalcık’ın ya da İsmail Tokalak’ın yazdıkları mı doğrudur kesin olarak bilmek maalesef mümkün değil. İşte baştan beri dikkat çekmek istediğim konu da ne yazık ki bu. Tarihi gerçekten tam olarak bilemeyeceksek, ya da kafamızda hep bir şüphe kalacaksa, onun tekrarlanacağı bir durumda kulağımıza küpe olan yer neresi olacak? Zaten galipler ya da popülistler tarafından yazılmış bize inandırılmak istenen mi, yoksa acı da olsa gerçekler mi?  Neyin yeniden olmasını beklemeliyiz, neden ders almalıyız ve neye karşılık hazırlıklı olmalıyız?

Son söz : Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmaz ise değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak mahiyet bir alır.  Mustafa Kemal Atatürk.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir izlenim de siz edinin...


Bir manzaraya, bir objeye ya da bir kişiye doya doya, sindire sindire baktığınızı düşünün. İşte bu uzun ve dikkatli bakıştan sonra, gözlerinizi kapatıp, baktığınız manzarayı aklınızda kaldığı kadarıyla resmetmeye empresyonizm denir. Daha da anlaşılır tabiriyle izlenimcilik; sanatçının belli bir anda gördüğü şeyi artık görmüyorken, aklında kaldığı ve ona hissettirdiği biçimde tuvale aktarmasıdır, yani edindiği izlenimin resmini yapmasıdır.

1860 ‘lı yıllarda Fransa'da bir grup ressamın birbirlerinden etkilenerek ve yeni bir tarz keşfetme heyecanıyla yarattıkları bu akım sayesinde sanat dünyasında hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Empresyonizm sayesinde bizler Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Edgar Degas, Camille Pissaro gibi sanat tarihine başyapıtlar kazandıran sanatçıları tanıdık. Daha sonra gelen Van Gogh, Paul Cezanne, Paul Gauguin gibi ressamlar ise empresyonizmden etkilendiler ve limitlerin dışına çıkarak izlenimciliği daha da geliştirdiler.

Şimdi bu kadar kor bilgiyi niye şıp diye verdin derseniz, tarihin en önemli empresyonist sanatçısı, hatta belki de en önemli ressamlarından biri şu an Sakıp Sabancı Müzesinde, gözlerinizin ve ruhunuzun bayram etmesi için sizi bekliyor.

Günlük hayatımızda o kadar çok gerekli gereksiz şeye bakıyoruz ki. Sabah kaçamadığımız trafikten, sağda solda bekleyen çöp tenekelerine; orada burada atılmış izmaritlerden, gazetelerde gördüğümüz insanların insanlara yaptıkları çirkinliklere kadar birçok şey, aslında ruhumuzu da kirletiyor. İşte sırf bu yüzden bir hafta sonu gözlerinizi güzel şeylere çevirmekte ve ruhun gıdasını vermekte son derece fayda var.

Claude Monet 1840 da Paris’te doğar ve 43 yaşına kadar bu büyülü şehirde yaşar. İzlenimciliği beraber hayata geçirdiği çağdaşları Manet, Degas, Renoir, Cezanne, Pissaro ve Sisley ile beraber sanat akademisinde itibar görmemeleri ve bunun devamında açtıkları sergilerde başarısız olmaları, Monet’yi umutsuzluğa iter ve sanatçı iflas eder. Bu çaresizlik ve depresyon yüzünden resimlerine bir süre kasvet hakim olur. Monet, bu depresyondan kurtulmak için kendini yollara vurur ve Avrupa’yı gezer. En sonunda sanatı için doğa ile iç içe olması gerektiğini düşünür ve 1883 senesinde Sen Nehri kenarında bulunan ve Paris’e 65 km uzaklıkta olan Giverny’ye yerleşir. Burada bir yandan köy hayatı ile haşır neşir olurken diğer yandan da manzaraları konu alan resimler yapar. 

Bir süre sonra etrafında gördüğü manzaralar kendisini tatmin etmez ve 1893 yılında evinin yanındaki araziyi satın alır. Bu arazinin içine büyük bir havuz yapar ve etrafına ağaçlar, çiçekler diker. Hayal ettiği manzaranın oluşması, yani ağaçların büyümesi, nilüferlerin çiçek açması için senelerce bekler ve hayatının son 25 senesini kendi elleriyle yarattığı bu cennet bahçesini resmetmeye adar. 1900 lü yılların başlarında gözleri bozulmaya başlar ama o gördüğünün hayalini resmetmeye devam eder. Bir sıkıntı vardır ki bozuk gözlerle artık renkleri eskisi kadar iyi seçemiyordur. Bu sebeple eserleri, daha sarı ve kırmızı ağırlıklı olmaya başlar. Sonrasında gördüğü tedavilerle gözleri eski sağlığına kavuşur ve renkler sanatçının gözünde eski hallerine kavuşurlar. Sakıp Sabancı Müzesinde, ressamın gözlerinin bozulmasından önce ve sonra yaptığı resimler aynı anda yer almakta. Böylece göz hastalığının bir insanı ne kadar etkilediğine de şahit olabiliyorsunuz.

Hayattaki güzel şeyleri seçme, kötü şeylerden kaçma tamamen bizim elimizde. Bu bayramda İstanbul’daysanız, bir gününüzü Monet’ye ayırın, Emirgan’a gidin, Sütiş’te boğaza doya doya bakarak demli bir çay için ve sonrasında müzeye girin ve kendiniz için bir fark yaratın. Yok, İstanbul’da değilseniz sonraki zamanlarda muhakkak yolunuz bir ara Emirgan’dan geçsin. Yurt dışındaki emsallerinden hiçbir farkı olmamasına rağmen diğerlerine kıyasla son derece ucuz olan Sakıp Sabancı Müzesi, sizin için Monet’yi getirmiş, daha ne yapsın?


“Resim yapmak için dışarı çıktığında, karşında neler olduğunu unutmaya çalış. Sadece şunu düşün; burada küçük mavi bir kare, pembe bir dikdörtgen ve sarı bir çizgi var. Doğru rengi ve şekli sana gözüktüğü gibi resmet.”  Claude Monet.

      Son söz : Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız. Mustafa Kemal Atatürk



2 Ekim 2012 Salı

To Rome With Love


Yine bir Woody Allen filmi, yine bir şaheser. Gişe kaygısı taşımadan, tamamen özgür bir ruhla çekilen filmlerde; oyuncular da aynı rahatlıkta olunca, ortaya seyrine doyum olmayan bir film çıkıyor. Woody Allen bu filminde de yine birbirinden farklı mesajları hınzırca seyirciye iletiyor,  ve izleyicisini yine düşünmeye itiyor.

Roma’da birbirinden farklı 4 hikaye işleniyor. Küçük kasabalarından büyük şehir Roma’ya gelen çiçeği burnunda karı koca, kendi halinde bir memur ve ailesi, Amerikalı bir turist ve onun adres sorarken aşık olduğu Roma’lı genç ve aileleri ve son olarak da ünlü bir mimar ve onun ağabeylik! yaptığı gençlerin yaşadığı aşk üçgeni.

Küçük kasabalarında naif bir aşk yaşayan ve bununla da son derece mutlu olan genç evliler, büyük şehre gelince doğal ortamlarından ayrılmalarının getirdiği şaşkınlık ve saflıkla dejenerasyon yolunda adımlarını atıyorlar. Genç koca, ailesinin ün, karizma ve gösteriş dünyasına adapte olamayıp, içinde bastırdığı cinsel tecrübesizlik ile savaşırken, eşi ise ünlülere hayran olmanın getirdiği iştah ile neye niyet neye kısmet diyebileceğimiz deneyimler yaşıyor.

Her gün aynı rutinlikle hayatını yaşayan, kendi halindeki Romalı memurumuz ise, bir gün aniden ünlü oluyor ve halk için meşhur olmanın nimetleri nelermiş bizzat tecrübe ediyor. Federico Fellini’nin Dolce Vita adlı filmindeki Paparazzo isimli basın fotoğrafçısı sayesinde günlük hayatımıza giren paparazzi kelimesini hak eden onlarca medya mensubu sayesinde, memurumuz bir anda televizyonlara, radyolara çıkmaya başlıyor. Ne yediğinden, ne giydiğine kadar merak konusu oluyor; hatta medya, sabahları traşını nasıl olduğunu bile öğrenmek istiyor. Medyanın gücüyle, hiçbir özelliği olmayan sıradan hatta çekici bile sayılmayacak bir insanın nasıl bir anda en başarılı, en seksi, en karizmatik hale geldiği çok güzel gözler önüne seriliyor.  Andy Warhol’un  “ Bir gün herkes 15 dakikalığına bile olsa meşhur olacak” sözünü haklı çıkarırcasına medyanın bir insanı, toplum önünde nasıl ilahlaştırdığını görüyoruz.

Üçüncü hikayede ise, Amerikalı turist kız ile, Romalı yakışıklı avukatın aşkları sebebiyle bir araya gelen kültürleri farklı iki aile önceleri intibak sorunu yaşasalar da, yine ünlü olmak ve bundan rant elde etmek adına orta yolu buluyorlar. Meşhur ve başarılı olma isteği, sanatı marjinal boyutlara taşıyor ve belki de aslında çağdaş sanat dediğimiz olgu böyle böyle ortaya çıkıyor.

Son hikayede ise ünlü bir mimar gençliğinde Roma’da bir sene öğrenci olarak yaşadığı için, eşi ve dostlarıyla Roma’nın tarihi eserlerini gezmek istemeyip, öğrenciyken yaşadığı Trastevere’ye doğru, belki de kendi gençliğine doğru yola çıkıyor.  Yaşadığı yere gelince, kendisi gibi mimar olmak isteyen bir gençle karşılaşıyor ve onunla beraber onun sevgilisi ve yakın arkadaşının hayatlarına misafir oluyor. Ben burada bu gencin, ünlü mimarın gençliği olduğunu düşündüm. Her ne kadar filmde farklı isimlere sahiplermiş gibi gösterilseler de, aynı sokakta oturuyor olmaları, kadrajda olmasına rağmen sanki hayali bir karaktermiş gibi anlatılması, sevgilisinin yakın arkadaşının nasıl bir kız olduğuna dair süper isabetli tahminler yapması, neredeyse kızın söyleyeceklerini önceden biliyor olması ve başta kullandığı Ozymandias melankolisi tamlamasını aslında kimden öğrenmiş olabileceğini göstermesi gibi sebepler bana ünlü mimarın Trastevere sokaklarında gezerken kendi gençliğine gidip, o anıları tekrar yaşadığını düşündürtü. Two is a company, three is a crowd derler, bu aşk üçgeninde kalabalığı oluşturan ve araya sonradan katılan manipülatif kişilik Monica , entelektüel, özgürlükçü ve kendine güveni tam bir görüntü sergiliyor. Ünlü sözlerden, şiirlerden ve ünlü kişilerden alıntılar yaparak entelektüel yapısını sergilemeye çalışıyor. Hatta bir yerde, benim de favorileri roman karakterlerimden biri olan, dünyanın en meşhur mimarı Howard Roark’tan ve onun karizmatik kişiliğinden bile bahsediyor.

Dünyanın açık hava müzelerinden biri olan Roma’nın eşsiz güzelliklerini de doyasıya gösteren Woody Allen, en sonunda her hikayeyi kendi içinde mutlu sona bağlayarak filmini noktalıyor ve bize oturun, düşünün diyor. Haksız yere elde edilen şöhret, altı doldurulmamış entelektüelite, karizma ve cemiyet kaygısı, ünlülere duyulan anlamsız hayranlık, rutinden kurtulma isteği ne gibi sonuçlar doğurabilir düşünün diyor. Sonuçta her hikaye, To Rome With Love’daki gibi mutlu sonla bitmeyebilir.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Eğitim ve öğretim ailede başlar.


İlk emri “Oku” olan, ve peygamberinin “İlim, Çin’de dahi olsa gidiniz” dediği bir dinin inananı olarak; yıllardır İslam aleminden bilimsel anlamda dişe dokunur hiçbir başarının çıkmamasını zaten çok ironik buluyorum. Bir de İslamiyet’in doğduğu ve en kuvvetli uygulandığı topraklar olan Suudi Arabistan’da belki de Allah’ın Müslümanların refahı için bu kadar bol bol bahşettiği günümüzün en kıymetli maddelerinden biri olan petrolün parasıyla her türlü gavur icadı kullanılmasını ise hayretle karşılıyorum.

Bir taraftan cihat fikriyle yanıp tutuşan arapların, öbür taraftan bütün paralarını gavur diye tabir ettikleri başka dinden olan insanların icat ettikleri ve sattıkları Mercedes, Maybach, Bentley, Ferrari, Boeing, Airbus, Prada, Hermes, Louis Vuitton, Rolex, Patek Philippe, Sunseeker, Ferretti, Azimut, Microsoft, Apple, Vertu gibi daha burada sayamayacağım bir çok marka için harcamaları ve yabancı bankalara ortak olmaya çalışmaları bana çok komik geliyor. Körü körüne şeriat uygularken ve oruç tutmayanları cezalandırırken, konu zekat vermeye gelince seslerinin çıkmaması, dünya üzerinde en çok açlık çeken insanların Müslüman olduğunun bir başka göstergesi. Sadece Suudi kralı, malının 40 ta 1 ini her sene zekat olarak verse, ki servetinin 40 milyar dolar olduğundan bahsediliyor, dünyada bırakın fakir Müslüman kalmasını, fakir insan kalmaz ama Kabe’nin olduğu yere bile dev dev süper lüks oteller ve konutlar yaparak İslam’ın 5 şartından biri olan Hacca gitmeyi bile üzerinden rant sağlanan bir duruma getirmeleri zaten her şeyi bütün çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu? Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim, bugün dünya üzerinde hiç değişmeden nesilden nesile aktarılmışsa da, İslamiyet’in Hz. Muhammed SAV in ilk inanlara öğrettiğinden çok farklı olduğu bir gerçek.

Şimdi İslam aleminin geldiği bu durumu eleştirmeyi bırakıp kendi iç meselelerimize gelince, bu kadar bilimde ve teknolojide geri kalmışken gerçekten ihtiyacımız olan, sahip olduğumuz din hakkında bilgi sahibi olmak mıdır, yoksa imam, hafız ya da hatip olmak mıdır? Din bilgisi ve ahlak dersinin okullarda okutulmasını ve inandığımız din ve onun tarihi hakkında bilgi sahibi olmamızı son derece mantıklı bulmama rağmen bu kadar çok imama, hafıza ve hatibe ihtiyacımız var mı onu merak ediyorum.

Hadi diyelim ki var, peki düşman işgali ile Hristiyan ülkeler tarafından parçalara ayrılmak istenen ülkemizi kurtuluş savaşı ile kurtaran ve İslam dininin bu topraklarda devam etmesini sağlayan kişiye duyulan bu nefret niye? Hristiyanların, misyonerlik ile kendi dinlerini yaymada ne kadar başarılı oldukları tarih kitaplarında, Kuzey Amerika, Latin Amerika, Afrika gibi örneklerle sayfalarca yazarken, biz özgürlüğümüzü kaybettiğimiz ve bir Hristiyan ülke tarafından yönetildiğimiz ve sömürüldüğümüz takdirde kendi dinimizin gereklerini yapabilecek miydik? Günümüzde Atatürk’ten nefret eden dini bütün vatandaşlarımız, Hristiyan bir yönetimin altında, Hristiyan bir şirkette eleman olarak çalışırken oruç tutabilecekler miydi? İşten ara verip namaz kılabilecekler miydi? Ben bir cumaya gidip geliyorum diyebilecekler miydi? Bugün, bu topraklarda kendi dinimizi kendi bildiğimiz şekilde yaşayabiliyorsak, bu Atatürk’ün bağımsızlık adına verdiği mücadelelerin sonucundadır.

Bugün okullarda yapılan değişikliklerle sadece din bilgisi dersleri arttırılmıyor, İnkılap Tarihi dersleri de yavaş yavaş kaldırılmaya çalışılıyor. Atatürk’ün bayramları kutlanmayarak unutturulmaya çalışılıyor. Bu ulusun bağımsızlık adına vermiş olduğu mücadele unutturulmaya çalışılıyor. Yakın tarihimiz ders kitaplarından çıkıyor. Geçmişini bilmeyenler, tecrübe sahibi olamadıklarından, aynı hataları tekrarlarlar ve geleceklerini tehlikeye sokarlar. Bu yüzden doğru yazılmış bir tarih bir ulus için her şeyden önemlidir. Bütün bu yaşananlara bakarak diyebiliriz ki artık sadece eğitimi değil, belli konularda öğretimi de evde vermemiz gereken zamanlar geldi, artık günümüzde anne babalara çok daha fazla iş düşüyor. Kendi maddi ve manevi hırslarımız yüzünden, yabancı uyruklu bakıcıların ellerinde büyümeye terkettiğimiz çocuklarımıza daha fazla zaman ayırmalı ve onlara Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının bu ülke için yaptıkları mücadeleleri anlatmalıyız. 

Yaşları küçük olan çocuklarımıza geceleri yatmadan evvel masal gibi okuyarak, daha büyük olanlara ise daha ciddiyetle Atatürk’ü, Kurtuluş savaşını, 23 Nisan’ı, 19 Mayıs’ı, 30 Ağustos’u, 9 Eylül’ü, 29 Ekim’i anlatmalıyız ve onlara Atatürk sevgisini aşılamalıyız. Çünkü bir süre sonra başka bir yerden öğrenme ihtimalleri kalmayacak. Derslerde okumayacaklar, sokaklarda kutlamaları görmeyecekler, stadyumlarda gösteriler yapmayacaklar ve çocuklarımızın çocukları ise tamamen bilinçsiz bir jenerasyon olarak yetişecekler ve yaşayacaklar. 

Biz hem Müslümanız, hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Her iki olguda da tarihimizi ve ne olduğumuz bilmemiz boynumuzun borcudur. Savaşarak bağımsızlığını kazanmış bir millet olarak yakın tarihimizi ve İnkılap Tarihimizi bugüne kadar haftada kaç ders okuttuysak, din kültürü ve ahlak bilgisi dersini de o kadar ders okutmalıyız ve ilim, irfan sahibi gençler yetiştirmeliyiz. Tabi, Vatikan’ın İslam modelini bu topraklarda uygulamak gibi bir düşüncemiz yoksa. 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Homo Economicus


Her birey kendi egosuyla doğar. Bu ego, bireyin şartlar ve olaylar karşısında kendi menfaatini düşünme içgüdüsüdür. Aydınlanmış ve farkındalığı yüksek bireylerde bu ego düşüktür, o sebeple toplumun menfaatlerini, bireylerin daha doğrusu kendi menfaatlerinden üstün tutarlar. Örneğin, etraflarını yani yaşadıkları bölgeyi, mahalleyi kirletmezler, hatta temiz tutmak için çaba sarfederler; çünkü bilirler ki, herkes etrafını kirletse dünya yaşanacak yer olmaktan çıkar, ya da trafik çok yoğun bile olsa, kurallara uyarlar ve emniyet şeridinden gitme yolunu seçmezler; çünkü yine bilirler ki trafik kurallarına uymayarak emniyet şeridinden giden araçlar, gerçekten o yolu kullanma mecburiyetinde olan bir ambulansı ya da itfaiye arabasını engellerler. Bu şekilde davranarak tüme varımcı değil, tümden gelimci bir anlayışa sahip bir görüntü sergilerler. Doğrusu da budur, çünkü; bireyler her ne kadar kendilerinden mesul olsalar da aslında toplum içinde yaşadıklarından yaptıkları doğrular ve yanlışlar, dağdan yansıyan bir eko gibi zaman içerisinde kendilerinin de dahil olduğu bütün bir toplumu etkiler.

Homo Economicus, tam da bu tabirle kendi menfaatlerini, toplumun menfaatlerinden üstün tutan kişi demektir. Kendi ekonomisini, kendi cebini düşünür. Biz, geçtiğimiz 4 sene içerisinde,  homo economicus olan topu topu 3-5 bin kişinin nasıl dünya üzerinde milyarlarca insanı felakete sürükleyen bir kriz yarattığına şahit olduk. Ülkemizde diğer ülkelere göre daha az hissedilmiş olsa da, başta ABD de yaşayanlar olmak üzere bütün Avrupa vatandaşları, iliklerine kadar bu krizi hissettiler. Şimdi gelinen noktada, Avrupa ülkelerinde yapılan seçimlerde, halk suçlu bulduğu kişileri sandığa gömerek cevap veriyor. Bu tür kriz durumlarında bedeli ödeyen her zaman halk olduğu için de şu an çıkan sonuçları çok garipsemiyorum. Önce Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy yerini Hollande’a bıraktı şimdi ise Yunanistan seçimlerinde yunan halkı, ağır kriz altındaki ülkelerini yönetecek bilmem kaçıncı hükümeti seçmeye çalışıyorlar.

Şu an doğal olarak ciddi sıkıntı çekmiş ve girdiği darboğazın getirdiği bunalımın acısını birilerinden çıkarmak isteyen yunan halkı, kendince yöneticilerini cezalandırmaya çalışıyor. Bu tepkiyi de son derece insani buluyorum, ama homo economicuslar sebebiyle çıkmış bir krizde, halkın farklı davranıp bireysel değil toplumsal düşünmesi gerekmektedir. Zaten kriz = fırsat olduğundan buradan nasıl bir nema çıkarabilirim mantığıyla ve ne yapsam bundan kötü olmaz düşüncesiyle, bu zorlu göreve talip olmuş bir sürü homo economicus ülkeyi yönetmeye talipken, halkın sinirini ve kızgınlığını kenara bırakıp  bireysel sıkıntılarını bir an olsun göz ardı edip, toplum için en doğru kararı kim verebilir düşüncesine odaklanması gerekmektedir.

Yunan halkı, başlarına gelen krizin faturasını büyük ölçüde Avrupa Birliğine çıkardıklarından gördüğüm kadarıyla kendilerini Euro bölgesinden çıkartarak tekrar drahmi para birimine dönme sözü veren adayı desteklemektedirler.  Bu son derece yanlış bir politikadır ve vadede Yunanistan’ı çok daha büyük bir iflasa sürükler. Avrupa Birliğinden çıkmaları ile AB ülkeleri, yunan borçlarının vadelerini, birliği kurtarmak adına daha fazla öteleme yapmak gibi bir zülden kurtulmuş olacaklarından, borç silme ve öteleme yapmayacaklardır. Ayrıca Yunan ekonomisi tamamen çökmüş olduğundan drahmiye dönme ile ülke çok büyük bir devalüasyon yaşamak zorunda kalacak, AB ye olan borçlar da Euro cinsinden olduğu için ödenecek borç en az 5-10 kat arası artacaktır. Yunanistan’ın ciddi bir sanayisi yani ihraç edecek bir ürünü olmaması sebebiyle de yaşanan devalüasyon ihracatı arttırıcı bir etki de yaratmayacaktır. Ana gelir kalemi turizm olan ülke, yatak kapasitesinin belli olması ve yeni yatırımları yapacak gücün de olmaması sebebiyle drahmiye geçişle turizmden kazanacağı paranın katma değerini de sıfıra yaklaştırmış olacaktır. 

Çok daha basit bir anlatımla, şu an Yunanistan Euro para birimini kullanırken drahmiye geçerse borcu tahmini olarak 5-10 kat artacak, buna mukabil gelirlerinde hiçbir değişme olmayacaktır. Hatta AB, birliği terk edip gitmesinin diyetini isteyecek, borcunu ödemesi için de eskisi kadar anlayışlı ve idareci de olmayacaktır. Ha AB den çıkalım diyen aday belki de asrın restini çekiyordur ve başta Almanya ve Fransa gibi birliğin önde gelen ülkeleri bu resti göremeyip belki başka tavizler de verirler, bilemem ama rest çekilerek riske atılan değer bir ulusun geleceği onu da unutmamak lazım.

Bu yazdığım satırları Yunan halkından hiçbir kimsenin okuyacağını ve dikkate alacağını sanmıyorum ama amacım zaten bu örnekten yola çıkarak, dün yenen hurmaların bugün nasıl tırmalayacağını ve insanın öfkeyle kalkmasının sonucunun nasıl zararla oturmak olduğunu göstermek.

Türk halkı olarak, yunan halkının başına gelen sıkıntılardan ders almak zorundayız. Dünya üzerinde 5-8 sene arasında suni krizler yaratılır. Paranın yatırım yaptığı, emlak, borsa, emtia gibi araçlarda fiyatlar sürekli yukarı çıkamayacağı için belli sürelerde krizler çıkartılarak fiyatların tekrar düşmesi hedeflenir. Büyük para sahipleri de bu inişleri yani krizleri fırsata çevirmeye çalışırlar. Türkiye neredeyse 10 senedir ciddi bir kriz yaşamamıştır. 2008 Senesinde tüm dünyayı etkisi altına alan kriz, tamamen göz göre göre gelmiştir. Krizin çıkmasına sebep olan banka ve aracı kurumlar batmış, ama yöneticileri çok ciddi primler alarak servetlerine servet katmışlardır. Aynı kriz, bizde reel sektörün özellikle Avrupa ve Amerika ile ticaret yapan kısmını oldukça etkilemiş, halkın kriz söyleminden etkilenerek harcamalarını durdurması sebebiyle biraz da yurt içine iş yapan şirketleri etkilemiş, ama Avrupa ya da Amerika’daki tahribatı bizde yapmamıştır.

Yunanistan’ın batma sebebi para kazanmadan harcaması, yani borçla tüketim yapmasıdır. Son gelinen durumda Türkiye’de de başta kredi kartları olmak üzere bireysel tüketici kredileri tarihin en yüksek seviyesindedir. Türk halkı, nüfusunun çoğunluğunun genç olması sebebiyle tüketime fazlasıyla meyillidir. Tüketim iki tarafı keskin kılıçtır. Kötü bir şey değildir, çünkü ekonomide büyüme, şirketlerin karlılığının artması ve dolayısıyla istihdamı arttırıcı etkisi olur, ama borç ile yapılan tüketim, halkı gitgide iflasa sürükler, iflas etmiş bireyler de tüketim çarkını çeviremedikleri için orta ölçekli şirketlerin batmasına sebep olurlar.

Hayat bütün tecrübeleri yaşayıp onlardan ders alacak kadar uzun değil maalesef. Başkalarının başına gelen kötü durumlardan da ders almak gerek. Biz, Yunan halkı gibi yapmayalım, harcamalarımızı yaparken, kendi paramızla harcayalım. Gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyleri almayalım. Eğer kredi ile alacaksak, otomobil, cep telefonu, bilgisayar, ya da elektronik ya da beyaz eşyalarda mümkün olduğunca elimizdekilerle yetinelim, alırken bir kez daha düşünelim.  Çünkü Türkiye’de ciddi bir işsizlik sorunu var ve gençlerimiz işsiz gezerken daha çok tüketir hale geldiler. Netice itibarıyla borç, eğer yiğit çalışıyorsa kamçıdır.

Tolga AYKUT






10 Mayıs 2012 Perşembe

Pis Zenci

Dünya üzerinde bizim kadar eski ve köklü bir kozmopolit ülke daha yoktur. Şimdilerde ABD kozmopolit olsa da; biz bütün kültürlere kucak açma işini, biraz o kültürleri fethederek, biraz da islam dininin hoşgörü dini olması sebebiyle başka dinlere kucak açtığımızdan, biraz da “gel ne olursan ol, yine de gel” mottosundan, aşağı yukarı 700 – 800 yıldır iyi kötü başarıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri, yıllara bağlı olarak değişen sınırlarımız içerisinde, bir çok kültüre, dine, dile ve ırka bağlı insan iyi kötü birlikte yaşadılar ve yaşıyorlar.

Biz, renk cümbüşü bir ülkede yaşadığımızdan ve yaşamaya alıştığımızdan, zaman zaman yaşanan tatsız hadiseler hariç, hiçbir zaman ırkçı bir toplum olmadık. ABD de yaşanan siyah beyaz ayrımı gibi ayrımlar bizde cereyan etmedi. Martin Luther King, ya da Malcolm X gibi şahsiyetlerimiz olmadı. İnsanları birleştirmeye yönelik hareket eden tek siyaset adamımız, öncesinde bir asker olarak Kurtuluş savaşını kazanmış Mustafa Kemal Atatürk'tü ve o da “Ne mutlu Türküm diyene”, diyerek bu topraklar üzerinde yaşayan ve kendini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak gören herkesin Türk olabileceğini ve kardeşce yaşayarak mutlu olabileceğini ifade etmişti. Bu söz günümüzde defalarca polemik konusu olsa da bu polemiklerin deli saçmasında başka bir şey olmadığı aşikardır. Çünkü “Ne mutlu Türküm diyene” sözündeki “Türk” kelimesinin, kavimler göçü ile orta asyadan göç eden Türk boyları yani Türk ırkı ile pek alakası yoktur. Göç ile gelen safkan Türklerden günümüzde eser kalmamıştır. Osmanlı Devletinin öncelikle Konstantinople'ı alarak, orada yaşayan 200.000 Bizanslılya birleşmesi ve  fethettiği yerlerde yaşayan bulgar, romen, arnavut, yugoslav, sırp, boşnak, rum, çerkez, kazak, özbek, türkmen, arap, kürt, hristiyan, musevi, ermeni gibi toplumların ticaret yapabilmek adına Osmanlı'nın daha kalabalık şehirlerine akın etmesiyle bundan 500-600 yıl önce karışık bir millet çıktı ortaya. Farklı milletlerin karışmasıyla oluşan ve 20.yy'a kadar gelen topluma o yüzden Osmanlı dendi. Atatürk de bu karışık milletletden oluşan ülkenin ismini, Osmanlı Devletinin monarşik yapısının değişerek cumhuriyet olması sebebiyle, bu milletler içerisinden anadoluya ilk ayak basanlardan etkilenerek Türkiye Cumhuriyeti koydu.

Bugün günümüzde, ABD'de yaşanan da bundan farklı değildir. Yeni kıtayı keşfetmeleri ve sonrasında 1. ve 2. dünya savaşlarından kaçan insanların akın etmeleri sebebiyle özellikle avrupadan ama daha sonra, afrikadan, latin amerika ve asyadan bir çok göç alan ülke, sınırları içerisinde sayısız çinli, meksikalı, italyan, alman, polonyalı, rus ve daha sayamacağım bir çok ülke vatandaşını barındırmaktadır. Hepsi vatandaşlık yemini etmekte, ABD pasaportu taşımakta ve bir sıkıntıya düştüklerinde ben Amerikan vatandaşıyım demektedirler. Atatürkün de cumhuriyeti kurduğunda demek istediği buydu. Türkiyenin bir bağımsızlık mücadelesi vermiş olmasından ve geleceğinin de çok parlak olacağına inandığından, nereden gelmiş olursan, hangi dile veya dine ait olursan ol, ben Türkiye vatandaşıyım diyorsan ne mutlu sana demek istemişti. Türk vatandaşıyım demenin toplumsal bir güçbirliği, mutluluk, güven ve huzur gibi duygular uyandırmasını arzu etmişti.

Şimdi bu gelinen noktada böyle bir ülkenin vatandaşı olarak Emre Belözoğlu'nun bir ırkçı düşünce içerisinde olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Bizler amerikan filmleri izleyerek büyüdük. O filmlerde kölelikten kurtulan siyahi insanların hak ve özgürlüklerini elde etme mücadelelerini seyrettik ve ırkçı beyazların siyahlara pis zenci demelerine tanık olduk. Biz bunları hep filmlerde gördük. Bizim için zenci kavramı Kunta Kinte ile başladı. Ondan bahsederken zenci kelimesinin küfür olduğunu bilmeden çok rahat bir şekilde zenci diyorduk. Siyah beyaz ırk ayrımı yaşamamış ve bunun savaşını vermemiş bir toplum olarak “zenci” kelimesi bizim için siyahi insanlara verilen genel bir isimdi. ABD de ayrımı anlattığı için, yıllarca yapılan savaşlar ve davalar sonucunda “zenci” kelimesi siyahi insanları aşağılamak için sembol olmuş ırkçı bir kelime olabilir, ama bizde zenci kelimesi öyle bir ırkçılığı bünyemizde hiç barındırmadığımızdan aşağılayıcı bir kelime değildi, sadece genel bir addı. Çünkü biz tarihimiz boyunca kimseye zenci diyerek küfretmemiştik.

Bu tür alışkanlıklar sebebiyle ben “pis zenci” tamlamasında sadece "pis" kelimesinin bir art niyet taşıdığına inanıyorum. Ayrıca “zenci” kelimesinin ırkçı bir söylem ile söylenmediğini düşünüyorum. Dişe diş, kora kor geçen bir mücadelede, futbolcuların birbirlerine, taraftarın futbolculara, ya da taraftarların hakeme sövdüğü ve ana, baba kelimelerini içeren küfürlerin bundan çok da farkı olmasa gerek. Emre sinirlenmiştir ve ağzından o kızgınlıkla o sözler çıkmıştır. 800 yıllık medeniyetin kabuk değiştirerek hüküm sürdüğü bir çoğrafyada ırkçılığın “ı” sı tarihin hiç bir döneminde olmamışken, bir futbolcunun kalkıp öyle bir ayrıma gitmesi bana manktıklı gelmiyor. Kaldı ki, birçok siyahi futbolcu ile beraber top koşturmuş, onlara pas vermiş bir insanın, özellikle böyle bir düşüncede olması mümkün değil. Çünkü ırkçılık öyle kuvvetli bir duygudur ki, değil aynı takımda top koşturmak, aynı yerde yemek yemek, aynı otobüste ya da aynı uçakta olmak bile istemezsiniz, ya da biz amerikan filmerinden öyle gördük. Şimdi ise kendisine pis zenci kelimesini söylediğini idda eden Zokora'nın demeçleri var gazetelerde benim attığım tekme her maç olabilecek bir şey, siz zenci kelimesine takılacağınıza buna mı takılıyorsunuz diyor. Zokora'nın da yaşı itibarıyla, siyahi insanların 20.yy da yaşadığı sıkıntıları tecrübe ettiğini düşünmüyorum. Bu, insanların yumuşak karnını suistimal ederek yapılmış provakasyondan başka bir şey değildir. Bir insan başka bir insana her türlü şeyi söyleyebilir, çok rahatsız olan kişi, Mevlana'nın ünlü “önce bir lafa bakarım laf mı diye, sonra bir söyleyene bakarım adam mı diye” sözünü kendine tekrarlayabilir ama birinin hayatına kast edici ya da sakatlayıcı tekme atmak sözlerden çok ötedir, artık davranışa dönüşmüştür, nefretin harekete dönmüş halidir. Zokora bugüne kadar bir çok siyahi futbolcunun huzur ve mutluluk içerisinde top koşturduğu ülkemizde mutlu değilse ya da söylenenler kendisini çok rahatsız etmişse başka hiçbir ülkede alamayacağı milyonlarca euroyu bırakıp gidebilir ama iyisi ile kötüsüyle bir milli futbolcumuzun hayatına kast etmeye hakkı yoktur.

Negro diye bisküvi markası olan bir ülkede zenci kelimesi diğer ülkelerden farklı olarak bizim ülkemizde bir aşağılama ifadesi içermez sadece ağız alışkanlığıdır. Kraldan çok kralcı olarak yaklaşarak, ağız alışkanlığıyla söylenmiş ve bünyesinde ırkçı hiç bir düşünce barındırmayan bir insanı boş yere çarmıha germeye gerek yoktur. Emre'ye sinirli olmasından, öfkesine hakim olamamasından suçlamalar getirilebilir ama zenci sözcüğünü ırkçı bir söylem taşımadığını düşünüyorum. Hiçbir zaman haklı bir sebebi olduğunu düşünmesem de anaya babaya küfretmekten, ya da cinsi tercih yakıştırmaları yapan sözlerden bir farkı yoktur. O mantıkla yakında homoseksüel vatandaşlarımız da, tribünler i.ne hakem diye bağırırken bize hakaret ediliyor mu diyecekler ? Bu tür şeylere çok takılmamalı, laflara değil davranışlara bakmamız gerektiğini hatırlamalayız. Sözlerin hiçbir önemi yoktur, önemli olan davranışlardır. Emre'nin ırkçı olduğunu idda eden “zenci” sözününün yanında siyahi bir insanla aynı masada yemek yememe, elini sıkmama, aynı odada bulunmak istememe gibi ırkçı davranışları yoksa söylediği sözün de bir manası yoktur.

Bizler sözlerden ziyade hareketlere, davranışlara kıymet vermeye başladığımızda kendimiz için de doğru olanları yapmaya başlayacağız. İşte o zaman ne bir sevgili, ne bir politikacı, ne bir işveren, ne de bir arkadaş üzebilir bizi.


Tolga AYKUT

25 Nisan 2012 Çarşamba

Maksat Spor Olsun

2011 Yılının temmuz ayında başlayan şike soruşturmaları ve sonrasında yaşanan olayları hep birlikte televizyonlarda seyrettik ve gazetelerde okuduk. Yaşanan olaylar bugüne kadar Türkiye’de uygulanmamış bazı sonuçlar doğurdu. Netice itibarıyla nur topu gibi bir Süper Finalimiz oldu. Yayıncı kuruluşun şanssızlığını bertaraf etmek amacıyla hayata geçirilen Süper Final, bugün gazetelerde yayınlanan bir habere göre seneye kalkıyor. Galatasaray Kulübü başkanı Ünal Aysal’ın isteği ile Kulüpler Birliği toplantısında, Federasyon Başkanı Yıldırım Demirören ile görüşülüp Süper Finalin kalkması için söz alınmış. Buraya kadar bir gariplik ya da bir sıkıntı yok. Zaten belli bir amaç için icat edilmişti, demek ki korkulanlar olmayacak ve seneye de böyle bir duruma gerek kalmayacak.

Peki, sorunlar çözülecek mi? Bence hayır. Çünkü hala sorunun ne olduğu belirlenmiş ve anlaşılmış değil. Bir kere sorunun kaynağının ne olduğunu tam anlamadan bu tür sıkıntıları tamamıyla ortadan kaldırmak hiçbir zaman mümkün olamaz. Olayların sebebi, sporun ve sporcunun artık “zeki, çevik ve ahlaklı” olmamasından kaynaklanmaktadır. Burada spor ve sporcu derken tabi ki sepetin içinde çürük olandan çok çok daha fazla sağlam elma vardır ama 3-5 çürük elma maalesef bütün sepeti kokutmaya yeter.

Spor tüm dünyada maalesef acınacak bir hale gelmiştir. Medyanın yardımıyla çok daha geniş kitleleri etkisi altına alabilmesi, aidiyet psikolojisi ile taraftar haline gelmiş ve manevi olarak birçok emek harcamış kişileri sömürmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüştür. Spor gibi tamamen gönül bağıyla yapılan bir işe maalesef BAHİS bulaşmıştır. Spor, oynayanı, yöneteni ve izleyeni olarak 3 farklı tarafın yer aldığı bir unsurdur. Bu taraflardan biri gönül bağı ile bağlıyken diğerlerinden bazılarının tamamen farklı amaçlar gütmesi olayları bu noktaya getirmektedir.

İçinde bahis olan bir sektörde sonuçların gerçek olup olmadığını kim bilebilir? Bizler tuttuğumuz takımların aldığı sonuçlarla sevinip ya da üzülürken belki de birilerinin kazanç sağladığı bir tiyatro için gaza geliyoruz, ya da kahroluyoruz.  Bugün herhangi bir spor mücadelesinde oyuna ilk kim başlayacaktan tutun da, ilk faulü kimin kullanacağına kadar en akla gelmeyecek şeyler için bile bahis oynamak mümkün. Üstelik legal olarak oynanan bahsin belki 10 katı illegal olarak oynanmakta. Kontrol edilebilir olanın haricinde çok daha yüksek miktarda kontrol edilemeyen bir sistemin olması işi daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.
Tansu Çiller, Başbakanlık yaptığı dönemde, birçok kişinin ocağını söndürdüğü gerekçesiyle Türkiye sınırları içinde kumarhaneleri yasaklamıştı. O tarihten sonra da bir daha Türkiye sınırları içerisinde legal hiçbir kumarhane açılmadı. Peki, internet üzerinden ya da bayiler aracılığıyla oynan spor bahsi de bir çeşit kumar değil midir? Ocaklar söndürmüyor mudur?  Birilerine haksız kazançlar sağlamıyor mudur?
Son 10 yılda kulüplerin neredeyse % 80 i batma noktasına gelmiştir. Anlamsızca yapılan transferler, bir oyuncu için 5-6 ayrı menajere ödenen paralar, ederinin çok üstünde bedellerle transfer edilip 2-3 maç oynatılıp bedelsiz elden çıkarılan oyuncular, yarı sezonda başarısız diye astronomik tazminatlar ödenerek  gönderilen teknik direktörler, hiçbir başarı garanti etmemesine karşın oyunculara verilen dudak uçuklatan yıllık ücretler, oyuncuların vergi vermemesinden yararlanılarak sözleşmelere yazılan ücretlerden imza sonrası alınan komisyonlar, bir yandan yeni heyecanlar yaratarak izleyenlerin ümitlerini sürekli taze tutarken, öte yandan milli değerlerimiz olan kulüplerimizin kasalarını boşaltmaktadır. Bugün gelinen noktada Beşiktaş kulübü belki de önümüzdeki sene hak etse dahi Avrupa kupalarında yer alamayacaktır. Futbol kulüplerimizin yöneticileri transfer politikasına baktıkları mantıkla kendi şirketlerini yönetirler mi acaba? Bugün başarısından direk şahsi kazanç elde edeceği bir yöneticiyi kendi şirketine söz konusu tazminat şartlarında ya da transfer politikasıyla işe alırlar mı acaba?
Kulüplerimiz dernek statüsünde olduklarından, yani herhangi bir kişiye ait olmadıklarından Ökkeş babanın tekkesi muamelesi görmekte ve sansasyon yaratmak ya da ses getirmek amacıyla değerleri şuursuzca tüketilmektedir. 2010 Senesindeki Bursaspor’un elde ettiği şampiyonluk hariç, 1984 senesinden beri sadece 3 takım arasında geçen yarışta, şampiyon olunamayan her sene, zaten olasılık 1/3 iken, taraftar baskısı öne sürülerek, takip eden sene başarılı olmak adına sayısız transferler yapılmakta, kulüplerin paraları sokağa atılmakta ve bütün bu harcamalara rağmen, zaten 3 takımdan biri şampiyon olmakta yani sonuç değişmemektedir.

Futbol kulüplerimiz arasında Fenerbahçe Spor Kulübü hariç başka hiçbir kulüp kendi imkanlarıyla tesisleşmemiş ya da yeni yatırımlar ile ek kaynaklar yaratamamıştır. Beşiktaş Futbol Kulübü zamanında sahip olduğu arsalar ile son derece akıllı yatırımlar yapmışsa da o yatırımlardan gelen paralar mirasyedi psikolojisi ile tüketilmiştir. Şimdi gelecekteki gelirler bile temlik altındadır. Galatasaray Kulübü ise 2000 senesinde elde ettiği başarıyı daha da ileri götürmek adına yaptığı sayısız hatalı transferler sonucunda uğradığı zararı halen telafi edememiş sadece Ali Sami Yen stadının arazisine karşılık yaptırdığı ama gelirlerinden tam olarak yararlanamadığı yeni bir stada sahip olmuştur.
Günümüzde futbol bir spor olmaktan çıkıp bir endüstrisi haline gelmiştir ve bundan maddi çıkar elde eden yönetici, oyuncu ve medya birbirine 3 maymunu oynamaktadır. Bir tarafta basın, diğer tarafta yöneticiler ve son olarak da oyuncular bir üçgen yapmış ve tek maddi çıkar gütmeyen, işin sadece manevi tarafı ile ilgilenen taraftarı ortada sıçan şeklinde oynatmaktadırlar. Taraftarlar takımlarının şampiyon olmalarına ya da olamamalarına bakmaksızın, iyi günde de kötü günde de takımlarını desteklemekte ama kötü gün gerçekten kötü müdür ya da iyi gün gerçekten iyi midir bilememektedirler.

Bu gemi şimdilik bu şekilde gidiyor gözükse de yakında su alıp batma tehlikesi geçireceği aşikardır. Kulüplerimiz çok uzun zamandır sürekli yüksek bedellerle futbolcu almakta ama doğru dürüst bir gelir getirecek satış yapamamaktadır. Takımlarımız, salt taraftarlar sayesinde elde edilen, yayın gelirleri, forma satışları ve tribün gelirleri gibi desteklerle ayakta kalmaya çalışmakta ve bu gelirlerin kesilmemesi için de; medya çoğu zaman gerçekleri saptırdığı yetmiyormuş gibi, görsel ve yazılı basında sürekli güdüleme yaparak, taraftarları daha da fanatik bir hale getirmeye çalışmaktadır. El Clasico 140 ülkede seyredilirken, medyamız tarafından sürekli pompalanarak dünyanın en büyük derbileri arasında sayılan Fenerbahçe -  Galatasaray derbisini bizden başka kimse seyretmemektedir. Yurt dışında sadece yayıncı kuruluşun yurt dışı yayını sayesinde yine Türkler tarafından seyredilmektedir. Dünyanın en büyük derbilerinden biri bu kardeşim diye gazı alan taraftarlar bu güdülemeler sonucunda git gide daha fanatik ve sadık olmakta, takımlarını desteklemek için bulundukları katkıyı arttırmaya çalışmaktadırlar. Oysa kısır döngü değişmemekte, bu katkılar çoğu zaman olduğu gibi yine çarçur edilmektedir. Hiçbir sektör ya da endüstri böyle bir politika ile uzun süre yaşayamaz. Bahis oyunları, vergisel anlamda başta devlete, sonrasında ise bunu yönetenlere olağanüstü kazançlar sağladığı için kaldırılması ihtimali son derece düşüktür ama var olduğu sürece de hiçbir zaman alınan sonuçların gerçek olduğundan emin olamayız. İllegal olanınaysa hiç girmiyorum.
Futbolun, alınan sonuçları içimize sindirdiğimiz ve yeniden zevk aldığımız bir hale gelmesi için öncelikle sporun tabiyatına aykırı olan bahis olayının halledilmesi ve arkasından da gerekli düzenlemeler ile kulüplerimizin mali durumlarını düzeltici önlemler alınması gerekmektedir. Altyapıya önem vererek, oyuncu ücretlerine üst sınır getirerek, oyuncuları talep ettiklerinden daha fazlasına imza attırarak aradaki rakamın komisyon olarak alınmasını engellemek adına vergiyi kulüplerin sırtından alıp oyunculara yükleyerek, başarıya endeksli bir prim sistemi oluşturarak ve daha demokratik yönetimler kurarak zor da olsa güneşli günlere ulaşmak mümkün. Yeter ki artık düğmeye basılsın.

Son söz : Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.   
                                                                                                  Mustafa Kemal Atatürk

Tolga AYKUT

9 Nisan 2012 Pazartesi

Hunger Games

Suzanne Collins, 2008 yılında kaleme almaya başladığı ve üç kitaptan oluşan roman serisi Açlık Oyunları’nda, Arnold Schwarzenegger’in 1987 tarihli kült filmi Running Man’den oldukça etkilenmiş. Hikaye temel anlamda neredeyse birebir aynı. Biraz Hollywood’un üretmede kısır kalması, biraz da önceden yaratılmış hikayelerin gerçekten çok başarılı olmaları sebebiyle yapımcılar, gelişen teknoloji ve genç nüfusun daha çok tüketiyor olmasından da faydalanarak, önceden çekilmiş filmlerin değiştirilmiş ve günümüzün animasyon teknolojileri ile görsel olarak süslenmiş versiyonlarını çok daha sık karşımıza çıkartmaya başladılar. Hunger Games de o filmlerden biri, yalnız tabi ki 2. ve 3. kitapta, hikaye belki daha farklı devam ettirilerek senaristler bize yeni ufuklar açabilir, bunu hep birlikte göreceğiz. Öte yandan hakkını da yememek lazım, Jennifer Lawrence’i Hollywood’a kazandıran film, seyir ve gerçeğe uygunluk dozu açısından oldukça başarılı. Eminim serinin diğer filmleri de aynı başarıyı devam ettirecektir.
Buraya kadar her şey çok güzel ama filmde ana fikir olarak bizi düşünmeye iten şey oldukça can sıkıcı. İnsanoğlunun anlamsız vahşeti, başka bir filmle, bir kez daha gözler önüne seriliyor. Başkalarını başarı ya da başarısızlığını seyretme ve ondan zevk alma; maalesef yeme, içme, barınma gibi temel güdülerimizden biri haline gelmiş vaziyette. Gladyatörlerin zamanından beri süregelen bu vahşet izleme isteği, her ne kadar ilim ve teknolojide çağ atlayacak seviyelere gelsek de popülaritesinden hiçbir şey kaybetmiyor. Hunger Games filminde 12 bölgeden birer kız birer erkek olmak üzere kura ile seçilen 24 kişi ölümüne girdikleri bir yarışta hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Ölümüne yapılacak yarışma öncesi adayların psikolojileriyle öyle bir oynanıyor ki, yarışmacılar sanki birbirlerini öldürmeye değil de, eğlenceye gelmiş gibi bir ruh haline bürünüyorlar. Seyredenler ise, bir süre sonra karşılarındaki kişilerin 23 tanesinin ölmesini değil de toplu düğün seremonisi seyredecekler gibi davranıyorlar. İnsanın iç dünyası gerçekten çok garip ve gizemli. Uygun notadan ses vererek, herhangi birini, istenilen ruh haline hazırlamak mümkün. Bu filmde de 74. sü düzenlenen Açlık Oyunları’nı yaratanlar bu psikolojiyi çok iyi öğrenmişler. Rating kaygısıyla, yarışmacıları tribünlere en iyi oynayacakları şekilde eğitiyorlar. Yarışmacılar da allah için, uygun şekillerde ölerek ve öldürerek, izleyenlere iyi bir seyir yaşatıyorlar.
Filmler tabi ki gerçek hayatın biraz abartısı, ama tüm dünyada izleme rekorları kıran Survivor, ya da diğer rating kaygısından öteye gitmeyen, galibine hiçbir şey kazandırmayan, mağlubunun ise sonrasında yaşayacağı psikolojik çöküntüyü hesaba katmadan milyonların önünde afişe eden yarışmalar çok mu farklı? Örneğin şu an Ebru Akel’in sunduğu zayıflama programı, Açlık Oyunlarından ne farkı var? Hatta isim konusunda telif sıkıntısı olmasa, Açlık Oyunları diye aynı ismi bile koyabilirler. 100 kilonun üzerinde bir sürü insan, televizyon karşısında onları izleyen kişiler için orada ter dökmüyorlar mı? O insanların zayıflaması, TV kanalının ne kadar umurumdadır gerçekten bilmiyorum ama bu tür rating uğruna yapılmış, seyredene ve yarışana hiçbir şey katmayan programlar bizleri uyutmaktan öteye gitmiyor maalesef. Yukarda bahsettiğim Running Man filmini izleyenler bilirler, orada sistemi kuranlar, bu tür ölümüne yapılan oyunlarla halkı uyutup, oyalarken bir diğer taraftan da çarklarını döndürüyorlardı. Zaten eski Roma’da da Sezarların arenada gladyatör dövüşü yaptırma sebepleri, cahil ve aç olan halkın ilgisini dağıtmak, onların gazını almak ve coşkuya getirmekti. Günümüzde kanunlar ve nizamlar uygulandığı için ölümüne yarışların TV ekranlarından yapılmıyor olması, daha hafifletilmiş olarak çekilen diğer anlamsız yarışma ve oyunları haklı çıkarmıyor ne yazık ki. Peki, insanoğlu olarak biz niye bu kadar vahşiyiz? Neden bu anlamsız yarışmaları seyrediyoruz ve bizi uyutarak sömürmeye çalışan ve güdüleyen bir güce boyun eğiyoruz? Dünyamız güzellikler ve iyiliklerle doluyken neden manşetlerde veya programlarda kötü haberler daha çok yer alıyor? Egomuzun koyduğu hedeflere ulaşamamanın getirdiği keyifsizliği, başkalarının başına gelen kötü şeylerle mi hafifletiyoruz ve teselli oluyoruz? Yoksa taş devri insanıyken hayatta kalabilmek için içimizde filizlenmiş “ölmemek için öldür” fikrinin anca evrimleşebilmiş hali mi bu güdülerin sebebi? Sebebi hakkında eminim psikologlar benden çok daha iyi ve doğru yorumlar yapacaklardır ama çok da sebebini bilmek gerekmiyor açıkçası. Yanlış olduğunu bilmek bence yeterli.
Bizler bilim ve teknolojide ileri giderek, maddiyatımızı ve maneviyatımızı üst seviyelere çıkarsak da vahşete olan ilgimiz kaybolmuyor. Daha sağduyulu olup, bilinçlenmedikten sonra, üstünden 2000 yıl geçmiş de olsa, insanoğlu uzaya bile çıkabilmiş de olsa, eski Roma’dan çok öteye gidebilmiş olmayacağız maalesef.

Tolga AYKUT

PS: Ve işte yazıyı yazdıktan sadece 2 gün sonra Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber. Kimbilir basına yansımayan daha neler vardır.

http://www.hurriyet.com.tr/planet/20317486.asp

5 Mart 2012 Pazartesi

The Descendants

Bir yerde sürekli yaşamak ile oraya tatile gitmek arasında ne muazzam bir fark vardır. Bunaltıcı iş temposundan kurtulmak istediğimiz, kafamı çıkarıp bir nefes alayım sonra yine işe güce dalarım dediğimiz anlarda cennet gibi bir yer hayal ederiz. Zamanı durdurup “bir haftalık mola” deyip de gittiğimiz o cennet, şehir ve iş hayatının koşuşturması arasında bize bir vaha gibi gelir. Güzel bir otele yerleşir, ısınmış vücudumuzu jilet gibi gerilmiş serin yatağın üstüne atar, kuştüyü yastığın altına kolumuzu sokup biraz kestirir, ardından bavulları boşaltır ve denize koşarız. Sonra kıyıya çıkıp amaçsızca güneşlenir, bronzlaşır, birbirinden güzel yemekler yer, ağustos böceklerinin sesleri arasında uykuya dalar ve yataktan gerinerek geç kalkarız. Peki ya hayatı hep orada olanlar için, işi orada olmak olanlar için o cennet ne ifade eder?  

George Clooney’in hayat verdiği karakter, Matt King aynı buna benzer bir cümle ile başlıyor hikayesini anlatmaya. Dünyadaki en güzel köşelerden biri olan Hawaii de, işinin gücünün yoğunluğundan, ailesine olan sorumluluklarından, yıllardır surf yapamadığından doğru dürüst bir tatile bile gitmediğinden bahsederek, Hawaii de değil de sanki dünyanın siyah beyaz başka bir yerindeymiş gibi, cennetteki sıkıcı hayatını anlatmaya başlıyor.

Prensipleri yüzünden sıkışmış kalmış, kendini hiçbir zaman bırakıp koyvermemiş, işinde gücünde, dürüst, etik değerlere sahip, iyi niyetli ve ahlaklı bir adam iken ailesinin başına gelen şok edici olay karşısında hayatı ve gerçekleri altüst olan ama kabuk değiştirerek yeni bir yaşama merhaba demeye çalışan bir adam Matt King. İki kızı, ilk başta bocalasa da sonrasında yaşlarına göre şapka çıkartılacak bir olgunlukla geçmiş travmaları ve acıları gömüp ailenin kenetlenmesini sağlıyorlar. Çocukların babalarından, babalarının çocuklarından çok şey öğrendiği ve birlikte olgunlaşılan bu süreçte, geçmişle ve yaşananlarla yüzleştikten sonra nihayetinde affedici olarak, sırtlarındaki yükü boşaltıyorlar ve sevgi, güven ve huzur dolu bir geleceğe göz kırpıyorlar.  

Artist’i seyretmedim ama George Clooney benim gönlümün Oscarını aldı. Matt King’in büyük kızını oynayan Shailene Woodley ise hem yeteneği ile hem de güzelliği ile daha bir çok prodüksiyonda karşımıza çıkacak gibi duruyor. The Descendants, hayat kadar gerçek, içeriğinin tersine pozitif duygular uyandırmaya çalışan, çarpıcı ve düşündürücü bir film. Mekanlar, oyunculuklar çok iyi, hikaye çok sağlam. Muhakkak görmenizi tavsiye ederim.


Tolga AYKUT

1 Mart 2012 Perşembe

Fountainhead

Hürriyet gazetesi yazarlarından Yonca Tokbaş, 29/02/2012 tarihli yazısında kitap hırsızı olduğunu anlatmış. Kitaplara çok meraklı olduğundan, hatta dayanamayıp onları çaldığından ve bu huyuna da mani olamadığından bahsetmiş. Öğrencilik yıllarında da Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinden kitap çaldığı ve yakalandığı bir anısını anlatmış. Yakalanınca da bütün masumluğuyla kendince yaptığı savunmada kurula “Bu kitabı çaldım çünkü; bugüne kadar kimsenin onu okumamış, bir kere bile almamış olması beni çok üzdü. Değerini anlamamışlar gibi geldi. Ben onu o kadar seviyordum ki, iyi bakarım, hakettiği  değeri veririm diye düşündüm” demiş.

Sonra da yazısının ilerleyen kısımlarında okuyucularından hangi kitabı çaldığı tahmin etmelerini istemiş. Bugün 01/03/2012 tarihli yazısında da gelen tahminleri yazmış. Çok yaklaşarak yazarın ismini bilen olmuş ama malesef kitabın ismini bilen çıkmamış. Ben tesadüfen önce bugünkü yazısını okudum, sonra döndüm dünkü yazısını okudum. Eğer ilk yazıyı önce okumuş olsaydım doğru tahmin edeceğimi düşünüyorum, çünkü kitap Ayn Rand’ın Fountainhead adlı romanıymış.

Edebiyat tarihinde çok usta kalemler tarafından yazılmış bir çok ünlü roman var; Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Gustave Flaubert’in Madame Bovary’si, Victor Hugo’nun Sefiller’i, Franz Kafka’nın Dava’sı, James Joyce’un Ulysses’i sayarken ilk akla gelenler. Hepsi de toplumun güçlü ve güçsüz yanlarını, insanların egolarını, benliklerinde yaşadıkları karmaşaları, düşüşlerini ve kalkışlarını anlatan birer başyapıt ama bunların hepsinden farklı olarak benim için çok daha önemli olan bir roman var o da Fountainhead.

Belki biraz iddialı olacak ama ben kitap okuyan kişileri Fountainhead’i okumuş olanlar ve okumamış olanlar diye ikiye ayırırım. Çünkü Fountainhead klişe değildir, kitap okumayı seven insanlara sorduğunuzda ya çoğu bilmez ya da bilenlerin akıllarına gelmez. Aynı Yonca Tokbaş’ın dediği gibi insanların değerini anlamadığı kitaplardan biridir. Dünya klasiklerinin arasında ismi geçmeyecek kadar yeni olduğu için çok bilinmez, ancak okuyup beğenen kişilerin birbirlerine tavsiyesi ile kulaktan kulağa yayılır ama bir kez okuyan da Ayn Rand’ın ne demek istediğini, ne aktarmak istediğini çok iyi anlar, ana karakter Howard Roark’a ve onun dimdik duruşuna sempati ve hayranlık duyar. Kitabın kalın görünüşü belki ilk başta gözünüzü korkutsa da, günümüz dünyasının entrikalarını, insanların tek bir merkezden güdülmelerini ve bütün dizginleri tutan en tepedeki otoriteye yapılan başkaldırışı o kadar güzel bir dille anlatır ki, tahmininizden çok daha kısa süre sonunu getirmiş olursunuz.

Görüşleri ve tarzı yüzünden üniversiteden mezun bile edilmeyen bir mimarın, 1920’lerin New York’un da varolma çabalarını, kimseye boyun eğmemesini, doğru bildiği şeylerden vazgeçmemesini, hiçbir zaman tarzından ödün vermemesini, hayata ve onu zorlaştıran insanlara karşı yılmadan dimdik duruşunu ve sahip olduğu kendine güven sayesinde düşmanlarının bile kendisini kıskanmasını ve hayran kalmasını anlatan Fountainhead, aslında Hollywood tarafından filmi bile yapılmış bir roman.

Ayn Rand, günümüzde kişisel gelişim kitaplarında bahsedilen fikir, strateji, hal ve tavırları neredeyse 50 sene evvel kitabında bahsetmiş. Dünya değişiyor gibi gözükse de, aslında insanlar değişmediğinden o günkü tablodan çok da farklı bir tablo yok önümüzde. O sebeple Fountainhead, önemli bir edebiyat başyapıtı olmasının haricinde bir başucu kitabı olarak da görülebilir.

Kitap ile ilgili en güzel yorumlardan biri, kitabın Türkiye’deki dağıtımını yapan Plato yayınlarının sahibi Sinan Çetin tarafından yapılmış yorumdur.  Aynen aktarıyorum;

“Elinizdeki bu kitap, dünyanın "fedakarlık tüccarları" tarafından yok edilmemesi için bir AKIL KALKANIDIR. Bu kitap herkesin saldırdığı yapayalnız ben kavramının yeryüzündeki en iyi savunucusudur ve kalabalıklara karşı duran yaratıcılara verilmiş bir ödüldür. Aklın ve mantığın yolunu izlemek isteyen herkese bu rehberi takdim etmekten onur duyuyorum.”

Yonca Tokbaş’ın üniversite kütüphanesinden çaldığı dönemde, kitabın Türkiye’deki kitapçıların raflarını süslemiyor olması, onun için haklı bir mazeret sayılabilir, ama şu an Plato yayınları tarafından nerdeyse 15 yıldır bütün önemli kitapçıların raflarında sizin uzanıp almanızı beklerken, sizin herhangi bir mazeretiniz olamaz.
İyi okumalar.


Tolga AYKUT

20 Şubat 2012 Pazartesi

Fetih 1453

Türk sinema tarihinin bugüne kadar yapılmış en büyük bütçeli ve en büyük projesi olan Fetih 1453’ü Cuma akşamı seyretme fırsatı buldum.  Filmin benim için çok büyük anlamı ve önemi var; önce sizlere onu açıklayayım.

Öncelikle, proje ta 2003 senesinde ilk olarak benim hayata geçirmeye çalıştığım bir projeydi. O zamanlar Troy ve Kingdom of Heaven adlı filmleri izleyip bizim İstanbul'un Fethi hikayemizin bir çağı sona erdirmesi nedeniyle konu olarak, onlardan çok daha önemli, görsel açıdan çok daha muhteşem ve aynı zamanda İstanbul de için ciddi bir reklam olabileceğini düşünmüştüm. Bizansa yardıma gelen Ceneviz gemileri ile yapılan Yeşilköy savaşı ile hem deniz savaşı, günlerce süren muhasara ile hem kara savaşı, hem de gemilerin karadan denize indirilmesi gibi sahneler ile film başka hiç bir filmde olamayacak kadar ihtişamlı olabilirdi. Ben de oturdum konuyla ilgili 10’un üzerinde kitap okuyup, "Constantinople, İmkansızı Fethetmek" adlı bir hikaye yazdım. Hikayenin ana kahramanı olarak da Ulubatlı Hasan'ı seçtim.

Ulubatlı Hasan'ın, Ulubat köyünde çocukken aşık olup sevdiği ve kaçırdığı köylüsüyle, hem evlenme hem de asker olma sevdasıyla başkent Edirneye gelişi, orada evlenişi, ve II. Mehmet'in tahta geçtikten sonra, İstanbul'un Fethi için asker sayısını arttırmasından yararlanarak Osmanlı ordusuna katılışını ve orduda yükselerek, Fatih'in gözde askerleri arasına girişini ve devamında Osmanlı karakolu olan Çorlu Kalesine teftiş komutanı olarak eşiyle beraber gönderilişini ve kendisi kalede değilken Bizanslılar tarafından kaleye baskın yapılması sebebiyle ve Ulubatlı Hasan'ın eşi Nazlı'nın Bizans’ın elinde tutsak kalışını, daha sonrada savaşın başlamasıyla iki aşığın özlem dolu hikayesini ve kavuşamamalarını işledim.

Bu hikayeyi, sevgili Ayşe – Zehra Levent kardeşlerin büyük özverileri ve yardımlarıyla İngilizceye de çevirip biraz da mükemmeliyetçi yapım yüzünden, projenin bir Hollywood yapımı olması halinde dağıtımının çok daha fazla ülkede yapılabileceğini ve Türkiye'nin tanıtımı için çok daha yararlı olacağını düşünüp 2005 senesinde Los Angeles'a gittim. Orada yaşayan ve film endüstrisinde çalışan sevgili arkadaşım Thomas Callicoat yardımıyla 1 ay boyunca yapımcı yapımcı dolaştık ama bütçeler hep 150-200 milyon USD dolaylarında oldu ve bir kaç yapımcı şirket bir araya gelerek projeyi üstlenebileceklerini belirttiler. Sinema sektöründen olmamam yüzünden ve ailemi daha fazla yalnız bırakamadığım için geri dönmek zorunda kaldım, bir daha da gidip o işleri kovalayacak fırsatım olmadı. Daha sonra yazdığım hikayeyi 2006 yılında gerekli gördüğü yerlere göstermesi için Tursak Vakfı Başkanı Engin Yiğitgil'e verdim. Sonra da işlerimin yoğunluğu ile daha fazla ilgilenemedim.

Fatih Aksoy'un, ciddi anlamda benim hikayemden esinlenmiş olabileceğini düşünüyorum. Çünkü, İstanbul'un Fethini çekerken yaşayıp yaşamadığı bile tam olarak belli olmayan, öyle bir savaşta burçlara ilk bayrağı kimin diktiğinin bilinmesinin çok mümkün olamayacağı düşüncesiyle daha çok bir şehir efsanesi olarak anılan Ulubatlı Hasan'ın ve onun sevgilisinin hikayesini işlemek kaç kişinin aklına gelir bilmiyorum. Bu arada hiç bir şekilde bir telif hakkı peşinde değilim, onu da peşinen söyleyeyim. Benim için böyle bir filmin çekilmiş olması bile hayallerimin gerçek olması anlamında beni manevi olarak yeterince tatmin etti, ama yazılı basında bazı yazarların yazdıklarına da katılmıyor değilim.

Projeyi çok detaylı olarak düşünmüş, üzerine çok çalışmış ve maddi manevi emek harcamış biri olarak eleştirme hakkını kendimde gördüğümden birkaç şey sıralamadan geçemeyeceğim. Bir kere bana göre Türk sinema tarihinin en büyük projesi olan bu film, çok daha iyi bir hikaye ile çekilebilirdi ve eğer çekilirken filmin konusu açısından benim de naçizane fikirlerim de alınsaydı çok daha iyi bir hikaye seyretmiş olabilirdik.

Maalesef doğru dürüst bir hikaye örgüsü bile yok. Aynı Ahmet Hakan’ın köşe yazısında dediği gibi Fatih Sultan Mehmet rolündeki oyuncu yeteri kadar tahtı doldurmuyor ve konuşmalar diyaloglardan çok yaşanmış literatüre geçmiş klişe sözlerden oluşuyor. Aslında filmin tamamı bize yıllar boyunca anlatılan klişe olayların art arda eklenmesi ile oluşmuş. Hz Muhammed'in sözü, ardından II. Mehmed'in sözü, ardından padişahın atını denize sürmesi, ve nihayetinde de Eyüp Sultan'ın mezarının bulunması vs. Bir tek, Osmanlı ordusu şehri kuşatmışken Bizanslıların “melekler erkek mi dişi mi” diye tartışmaları eksik kalmış o kadar.

Ben, hikayemde Bizans’a ve İmparator Konstantin'e gereken saygıyı göstermiştim ama ne yazık ki Fatih Aksoy aynı şekilde davranmamış ve film biraz Kara Murat vari bir film olmuş ve son olarak aşk öyküsü çok iğreti durmuş, çok suni başlamış ve suni devam etmiş. Diyaloglar nerdeyse Bağdat caddesi gençlerinin ağzıyla yazılmış. Eski Türkçe ya da Osmanlıca neredeyse hiç replik yok. Gemilerin karadan denize indirilmesi bile çok kısa anlatılmış, sonrasında Haliç'e yaptıkları baskın es geçilmiş. Hani bilmeyen biri bu gemiler niye karadan denize indirildi diye sorabilir. Ayrıca 3 tane tarih profesörünün danışmanlığı altında film çekildi denmesine rağmen tarihi bir hata yapılmış. Filmde, fetih sırasında Macar kralı Ladislas'ın bir haçlı ordusu ile Bizans’a yardıma geleceği söylentileri dolaşıyor, halbuki Ladislas Fatih Sultan Mehmed'in babası II. Murat ile yaptığı Varna savaşında ölüyor. Bu da yapılmaması gereken bir hataydı ama maalesef dikkat edilmemiş. Bir ilginç ayrıntı daha Hasan'ın ismi hep Hasan olarak geçiyor. Bir kere bile Ulubatlı lafı söylenmiyor. Bu kadar eleştirinin yanında olumlu yanları da söylemeden geçemeyeceğim, filmin görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni, kostümcüsü, dekorcusu, animasyon işleri yapan ekip süper iş çıkarmışlar. Dövüş ve savaş sahneleri gerçekten çok başarılı. Çok emek verilmiş, oyuncular ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar. Ortaya da zevkle seyredilen bir film çıkmış

Çok uzun yıllar hayalini kurmuş olsam da sinema sektörü ile alakam olmaması sebebiyle hayata geçiremediğim senaryomu Allahtan zamanında birçok arkadaşıma okutmuşum ve WGA (Writers Guild of America) adlı kurumdan telifini almışım ki şimdi rahat rahat bu satırları yazabiliyorum. Zaten zamanında Doğan Hızlan’a bile göndermiştim. Şimdi senaryo olarak duran hikayeyi edebi hale getirip roman olarak hazırlıyorum. Her şey yolunda giderse umarım yaza doğru kitabevlerinin raflarını süslemeye başlayacak. Basılır da okuma fırsatı bulursanız benim hikayem ile Fatih Aksoy’un filmindeki benzer yerleri anımsamanız için Fatih Aksoy’un benden esinlenmiş olabileceğini düşündüğüm yerleri aşağıda belirtmek istedim

Fatih Aksoy 3 yerde ciddi anlamda benim hikayemden etkilenmiş olabilir, karar sizin
1-  Ulubatlı Hasan ve sevgilisini anlatmış, bir aşk hikayesi eklemeye çalışmış.
2- Ulubatlı Hasan ölürken aynı benim hikayemdeki gibi sevgilisi uzaktan ölüşünü görüyor ve yıkılıyor.

3- Fatih Sultan Mehmet, savaşın ortasında bir ara Ulubatlıyı çadırına çağırıp, "bana kılıç kullanmasını öğretirken kılıcı çok sıkı tutarsan elin acır, gevşek tutarsa elinden kaçırısın, ama orta sertlikte tutarsan en iyi şekilde hamle yaparsın, biz de kılıcımızı en iyi şekilde tutup bizansı alıcaz" gibi çok da anlamlı olmayan bir cümle sarfediyor. Ben hikayemde, Bizans imparatoru Konstantin oğluna kılıç kullanmayı öğretirken " oğlum gitgide kendini geliştiriyorsun, kendine göre güzel bir kılıç yaptır, çünkü kılıç kişiye özeldir, eğer kabzası eline göre fazla kalınsa tutamazsın elinden fırlar, inceyse elini acıtır, kılıç ağırsa kaldıramazsın, hafifse elinden savrulur, kılıcın uzunsa iyi hamle yapamazsın, kısaysa seni korumaz" gibi bir cümle kullanmıştım, oldukça değiştirerek filmde kullanmış.

Bütün bunlara rağmen film görsel olarak bir şölen olmuş, Fatih Aksoy çok uğraşmış, çok para harcamış ve Hollywood ayarında bir film yapmış. Ben hikaye olarak çok daha iyisinin yapılbileceğine emin olsam da teknik olarak gayet güzel bir film yapılmış ve Fatih Aksoy’u bu satırlarla gıyabında tebrik etmek isterim. Üç beş yerde benden esinlenmiş olma ihtimali ve belki de projeye esin kaynağı olmam da beni ayrıca sevindirdi. Hem Türk sinemasının geleceği açısından hem de tarihimizin en önemli zaferlerinden birini iyiniyetli bir şekilde ve çok güzel bir teknik ile anlattığı için önemli olduğundan muhakkak görülmesi gereken bir film olmuş. İyi seyirler.


Tolga AYKUT