22 Ağustos 2011 Pazartesi

Sevgi ve Nefret

1900’ lü yılların başında ünlü bir üniversitede, bir profesör dersindeki öğrencilerine şu soruyu sorar;
-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?'
Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.
- ' Evet her şeyi Tanrı yarattı !'
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar.
Profesör devam eder;
- 'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız ' Kesinleştirme ' prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar ve
-Bir soru sorabilir miyim profesör? Der .
Profesör de sorabileceğini söyler.
Öğrenci ayağa kalkar ve 'Soğuk var mıdır? diye sorar.
Profesör;
-'Nasil bir soru bu boyle,tabiki vardir ' diye yanitlar.
'Sen hic soguktan usumedin mi?'
Ogrenci ;
-'Aslinda, fizik yasalarina gore soguk yoktur. Yasamda, realitede biz sogugu sicakligin yoklugu olarak dusunuruz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir sekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Ornegin, 0 derece sicakligin kesin yoklugudur (hic olmadigi seviyedir).Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek icin yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,
- Profesor, karanlık var mıdır?
profesör ;
-'Tabiki vardır'. Öğrenci yanıtlar,
-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Cünkü, karanlık da yoktur. Yasamda / realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde calışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasini kullanarak beyaz ışığı kirar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlik bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın veya uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlik tarafindan , ışığın olmadigi yer/mekan icin kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;
-'Efendim seytan var mıdır?
Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;
-'Tabiki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde onu görürüz.Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmis tüm suçlarda ve şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.' der..
Öğrenci devam eder;
-'Şeytan yoktur efendim.Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrının yokluğudur. O aynen karanlık ve soğuk da oldugu gibi insanın tanrının yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.Tanrı şeytanı yaratmadi. Şeytan/kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur.O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.
Profesör şok olmuş bir şekilde sessizce yerine oturur.
Profesöre ders veren bu genc öğrencinin adı ALBERT EINSTEIN'dir

---------

Yazıma bu hikaye ile başlama sebebim; sevgi ile nefretin arasındaki ilişkinin sıcak ve soğuk, karanlık ve aydınlıktan çok farklı olmadığını düşünmemdendir. Aynı karanlığın olmadığı ışığın yokluğunun olduğu gibi, ya da soğuğun olmadığı sıcaklığın yokluğunun olduğu gibi aslında nefret de yoktur. Sadece sevginin yokluğu vardır.

İnsanoğlu, ilk çağlardan günümüze geldikçe, medeniyette ilerledi, bireysel hayattan toplumsal hayata geçti. Çağlar boyu gelişip, daha kalabalık ve sosyal bir hayat yaşamaya başladıkça da, sorumlulukları ve fedakarlık göstermesi gereken konuların sayısı arttı. Kişi sadece kendine sorumlu iken ailenin genişlemesi ile aileye, iş hayatının oluşması ile şirketine ve çalışma arkadaşlarına, topraklarında yaşadığı ülkeye, vatandaşı olduğu topluma karşı sorumluluk taşır ve fedakarlık yapmak zorunda olur hale geldi. Teknolojinin de gelişmesi ile, çok hızlı bir şekilde tüm dünyaya ulaşabilmeye başlayan, görsel ve yazılı medya ile enformasyon alanında çağ atlayan insanlık bu enformasyonun neticesinde daha evvel görmediği yenilikleri gördü ve egosu sayesinde daha çok talepkar ve daha hırslı oldu. İlk çağlarda ektiği bir avuç toprakla, sadece karnını doyurarak ve başını sokacak bir ev bularak mutlu olurken; günümüzde, tüm dünyayı medya ile takip ederek yaşadığı çevre ve dünya ile yarışmaya ve ancak bundan eksik kalmayarak mutlu olmaya başladı.

Bu talepkarlık ve hırs insanları manevi taraftan maddi tarafa yöneltmeye başladı ve insanlar makineleşmeye başladılar. Sabahları 7:00 de uyanan, 7:30 da evden çıkan, trafik yüzünden anca 8:30 da işinde olabilen, 12:30 ile 13:30 arasında öğle yemeğini yiyen ve 18:00 da işinden çıkıp yine trafik yüzünden ailesine tam 1 saat sonra 19:00 da kavuşabilen ve ertesi gün 07:00 de kalkmak için 22:00 de uykuya dalan makinalarız artık. Trafikte bir öndeki arabayı geçmek ya da yan yoldan çıkan arabaya yol vermemek üzerine programlıyoruz kendimizi. Günümüzde düşünen makinelerin de yaratılmaya başlandığı dünyamızda makineler ile insanları ayıran tek fark ise sevgi. Yaşam şartlarının çok daha zorlu hale geldiği günümüzde bizi kendimizi insan gibi hissettirecek tek şey sevgi. Cumhuriyetin ilk yıllarında uzun yıllar savaşmamız sebebiyle yokluklar içinde yaşarken, günümüzde herşeye sahip halimizden çok daha mutluyduk belki de. En azından 1900 lü yıllarda sevgisizlik ve toleranssızlık yüzünden meydana gelen boşanmalar 2000 li yılların çok daha altındaydı.

Artık her şeyimiz var ama yine de mutlu değiliz. Televizyonumuz olduğu halde yeni çıkan dev ekran plazma televizyonlara heves ediyoruz, cep telefonları hayatımıza girdi ve biz her sene daha yeni modelini almak için birbirimizle yarışıyoruz. Çalışıp, didinip, on yıllık kredilerle ev sahibi olup, daha onun borcu bitmeden daha büyüğünün daha güzelinin hayalini kurmaya başlıyoruz. Dünya üzerindeki insan sayısı arttıkça, doğal kaynaklara ulaşmak çok daha zorlaşıyor. Sistem yani globalleşen dünyada doğal kaynakları kullanan şirketler ise karlılıklarını arttırmak için bizleri medya yoluyla daha çok tüketime itiyorlar. Kazancımızın çok üzerinde tüketip, kredi kartlarımıza yükleniyoruz. Kendimizi her şeyin en iyisine layık görüp altından kalkamayacağımız borçlar yaratacak harcamalarda bulunuyoruz.

Eskiden anne babalarımız evlenirken her şeylerinin eksiksiz olmasından çok, sevgilerinin eksiksiz olmasına dikkat ederlermiş, oysa şimdi bırakın düğünlerinin üzerinden iki sene geçmesine rağmen halen borç ödeyen gençleri, hayatlarının belki de 3. baharını yaşayacak koca koca insanlar bile evlilik programlarında karşısındakinin evini, arabasını ya da emekli maaşını sorar haldeler. Yaz aylarında tatillere çıkıp, 12 taksitle bir sonraki yaza kadar borcunu anca ödüyoruz. Sistem, sürekli kendisini besleyen ve tüketen bir nesil istiyor. Çünkü sistem ancak tüketim ile ayakta kalabiliyor. Bizler de sistemi besleyen ve onun aksamadan hareket etmesini sağlayan dişlileriz. Medyanın pompalaması ile bilinçaltımıza yerleştirilen her şeye sahip olma güdüsüyle kendimizi sürekli başkalarıyla ve onların sahip oldukları ile kıyaslıyoruz. Tabi ki her şey insanlar için, ama her şeye sahip olmakta insanı mutlu etmiyor tam tersine doyumsuz ve daha mutsuz bir insan haline getiriyor. Bizler daha iyi evlere, arabalara, mücevherlere, saatlere, kıyafetlere, eşyalara sahip olmak için daha çok borçlanıyoruz, daha çok borçlandıkça da, daha çok çalışıyoruz, daha çok çalıştıkça insanlığımızdan, sevgiden, iyi niyetten ve hoşgörüden daha çok uzaklaşıyoruz. Çünkü sistem güçlü olana şans tanıyor. İş hayatında başarılı ve güçlü olan ayakta kalıyor. İlkel çağlarda sadece güçlü olanın ayakta kaldığı dönemler, medeniyete geçmemizle yerini başka özelliklere bırakmalıydı. Bırakın sosyal ilişkileri artık gönül ilişkilerimizi yaşarken bile güç savaşları veriyoruz. En saf halimizle yaşamamız gereken gönül ilişkilerimizde, iş hayatındaki stratejileri uygulamaya çalışıyoruz. Artık önemsemeyen, sevmeyen, sevemeyen, hissettiği elde edememe duygusunu aşk zanneden, elde ettiği an eski hevesi kaçan, ödün verilmeyen ilişkiler yaşıyoruz. “Bir daha mı geleceksin dünyaya”, “hayat kısa yaşamana bak” gibi sloganlar bizi daha benmerkezci, daha sığ bir hale getiriyor.

Sevgi duymanın, iyi niyet ve hoşgörüye sahip olmanın en temel kuralı mutlu olmaktır. Kazandığımızla mutlu olmak, sahip olduklarımızla mutlu olmak, sağlıklı olduğumuz için mutlu olmak, ailemiz ve arkadaşlarımız olduğu için mutlu olmak, sevdiğimiz ve sevildiğimizi için mutlu olmak, bugünle mutlu olmak.

Hayatı mutsuz bir şekilde yaşarken, sorumluluk ve gönülsüz fedakarlığın üzerine inşa edilmiş sosyal ilişkiler, sevginin, anlayışının ve hoşgörünün olamadığı durumlar yaratırlar, yani kısaca sevginin yokluğunda nefreti açığa çıkarırlar. Nefret başta da anlattığımız kısa hikayede olduğu gibi sevginin yokluğu durumudur. Zor hayat koşulları ve sürekli daha iyiyi elde etmeye programlı insan egosu, maalesef sevgi ile nefret arasında nötr bir durumda olmayı da mümkün kılmıyor. İnsanoğlu hayat şartlarından ve makinalaşmaktan bunaldıkça, sevgiyi kaybettiği an sorumlulukların ağırlığından ve fedakarlık yapmaktan nefret ile dolmaya başlıyor. Halbuki bu gelişen ve bizi maneviyattan uzaklaştıran hayatta, sevgiye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Evde, işyerinde ya da sokakta karşılaştığımız sorunları çözmeye ancak sevgi ile yaklaştığımız taktirde, günü kurtarmaktan uzaklaşır, kendimize ve çocuklarımıza daha iyi bir gelecek hazırlarız. Kendimizi sevgiye ve sevginin getirdiği hoşgörü ve iyiniyete programlamalıyız. Bunu ne kadar becerebilirsek o kadar, aslında var olmayan bir duygu olan nefreti önce davranışlarımızdan sonra da belleklerimizden atarız. Sonuçta nefret benliğimizde hiçbir zaman olmayan, doğduktan sonra egolarımız ve yaşadığımız zorluklar ve küskünlükler sonucu öğrendiğimiz bir his. Bizim varoluş sebebimiz, dünyaya gelme sebebimiz bile bir sevginin sonucu. En saf halimizle, bizi karşılıksız ve her şeyden çok sevecek olan bir ailenin içine doğuyoruz. Bu şartlarda dışarıdan bir etki olmaksızın nefret duygusuyla tanışma ihtimalimiz olabilir mi?  Olamaz. Nefret ancak sevginin olmadığı bir durumda kendine yer bulabilir ve inanın bana karanlıktan ya da soğuktan çok daha kötüdür.

Bütün bu yukarda anlattıklarım sebebiyle hemen sevgiye yer açmalıyız. Bunun için mutlu olmayı öğrenmeli, kırgınlıkları affetmeli, samimi ve içten olmalı, hemen gülümsemeli ve elimizi uzatmalıyız. Sevgiyi çağrıştıracak her türlü duygu ve hareket içimizden fışkırmalı. Hepimizden. Her zamankinden daha çok ihtiyacımız var hem de hiç geciktirmeden.



SEVGİLERDE

Sevgileri  yarınlara bıraktınız, 
Çekingen tutuk saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı;
Bitmeyen işler yüzünden 
( Siz böyle olsun istemezdiniz )
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz 
Çirkindi dar vakitte bir sevgiyi söylemek
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği, aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız 
Vermeye az buldunuz, yahut vakit olmadı.

Behçet NECATİGİL