25 Nisan 2012 Çarşamba

Maksat Spor Olsun

2011 Yılının temmuz ayında başlayan şike soruşturmaları ve sonrasında yaşanan olayları hep birlikte televizyonlarda seyrettik ve gazetelerde okuduk. Yaşanan olaylar bugüne kadar Türkiye’de uygulanmamış bazı sonuçlar doğurdu. Netice itibarıyla nur topu gibi bir Süper Finalimiz oldu. Yayıncı kuruluşun şanssızlığını bertaraf etmek amacıyla hayata geçirilen Süper Final, bugün gazetelerde yayınlanan bir habere göre seneye kalkıyor. Galatasaray Kulübü başkanı Ünal Aysal’ın isteği ile Kulüpler Birliği toplantısında, Federasyon Başkanı Yıldırım Demirören ile görüşülüp Süper Finalin kalkması için söz alınmış. Buraya kadar bir gariplik ya da bir sıkıntı yok. Zaten belli bir amaç için icat edilmişti, demek ki korkulanlar olmayacak ve seneye de böyle bir duruma gerek kalmayacak.

Peki, sorunlar çözülecek mi? Bence hayır. Çünkü hala sorunun ne olduğu belirlenmiş ve anlaşılmış değil. Bir kere sorunun kaynağının ne olduğunu tam anlamadan bu tür sıkıntıları tamamıyla ortadan kaldırmak hiçbir zaman mümkün olamaz. Olayların sebebi, sporun ve sporcunun artık “zeki, çevik ve ahlaklı” olmamasından kaynaklanmaktadır. Burada spor ve sporcu derken tabi ki sepetin içinde çürük olandan çok çok daha fazla sağlam elma vardır ama 3-5 çürük elma maalesef bütün sepeti kokutmaya yeter.

Spor tüm dünyada maalesef acınacak bir hale gelmiştir. Medyanın yardımıyla çok daha geniş kitleleri etkisi altına alabilmesi, aidiyet psikolojisi ile taraftar haline gelmiş ve manevi olarak birçok emek harcamış kişileri sömürmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüştür. Spor gibi tamamen gönül bağıyla yapılan bir işe maalesef BAHİS bulaşmıştır. Spor, oynayanı, yöneteni ve izleyeni olarak 3 farklı tarafın yer aldığı bir unsurdur. Bu taraflardan biri gönül bağı ile bağlıyken diğerlerinden bazılarının tamamen farklı amaçlar gütmesi olayları bu noktaya getirmektedir.

İçinde bahis olan bir sektörde sonuçların gerçek olup olmadığını kim bilebilir? Bizler tuttuğumuz takımların aldığı sonuçlarla sevinip ya da üzülürken belki de birilerinin kazanç sağladığı bir tiyatro için gaza geliyoruz, ya da kahroluyoruz.  Bugün herhangi bir spor mücadelesinde oyuna ilk kim başlayacaktan tutun da, ilk faulü kimin kullanacağına kadar en akla gelmeyecek şeyler için bile bahis oynamak mümkün. Üstelik legal olarak oynanan bahsin belki 10 katı illegal olarak oynanmakta. Kontrol edilebilir olanın haricinde çok daha yüksek miktarda kontrol edilemeyen bir sistemin olması işi daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.
Tansu Çiller, Başbakanlık yaptığı dönemde, birçok kişinin ocağını söndürdüğü gerekçesiyle Türkiye sınırları içinde kumarhaneleri yasaklamıştı. O tarihten sonra da bir daha Türkiye sınırları içerisinde legal hiçbir kumarhane açılmadı. Peki, internet üzerinden ya da bayiler aracılığıyla oynan spor bahsi de bir çeşit kumar değil midir? Ocaklar söndürmüyor mudur?  Birilerine haksız kazançlar sağlamıyor mudur?
Son 10 yılda kulüplerin neredeyse % 80 i batma noktasına gelmiştir. Anlamsızca yapılan transferler, bir oyuncu için 5-6 ayrı menajere ödenen paralar, ederinin çok üstünde bedellerle transfer edilip 2-3 maç oynatılıp bedelsiz elden çıkarılan oyuncular, yarı sezonda başarısız diye astronomik tazminatlar ödenerek  gönderilen teknik direktörler, hiçbir başarı garanti etmemesine karşın oyunculara verilen dudak uçuklatan yıllık ücretler, oyuncuların vergi vermemesinden yararlanılarak sözleşmelere yazılan ücretlerden imza sonrası alınan komisyonlar, bir yandan yeni heyecanlar yaratarak izleyenlerin ümitlerini sürekli taze tutarken, öte yandan milli değerlerimiz olan kulüplerimizin kasalarını boşaltmaktadır. Bugün gelinen noktada Beşiktaş kulübü belki de önümüzdeki sene hak etse dahi Avrupa kupalarında yer alamayacaktır. Futbol kulüplerimizin yöneticileri transfer politikasına baktıkları mantıkla kendi şirketlerini yönetirler mi acaba? Bugün başarısından direk şahsi kazanç elde edeceği bir yöneticiyi kendi şirketine söz konusu tazminat şartlarında ya da transfer politikasıyla işe alırlar mı acaba?
Kulüplerimiz dernek statüsünde olduklarından, yani herhangi bir kişiye ait olmadıklarından Ökkeş babanın tekkesi muamelesi görmekte ve sansasyon yaratmak ya da ses getirmek amacıyla değerleri şuursuzca tüketilmektedir. 2010 Senesindeki Bursaspor’un elde ettiği şampiyonluk hariç, 1984 senesinden beri sadece 3 takım arasında geçen yarışta, şampiyon olunamayan her sene, zaten olasılık 1/3 iken, taraftar baskısı öne sürülerek, takip eden sene başarılı olmak adına sayısız transferler yapılmakta, kulüplerin paraları sokağa atılmakta ve bütün bu harcamalara rağmen, zaten 3 takımdan biri şampiyon olmakta yani sonuç değişmemektedir.

Futbol kulüplerimiz arasında Fenerbahçe Spor Kulübü hariç başka hiçbir kulüp kendi imkanlarıyla tesisleşmemiş ya da yeni yatırımlar ile ek kaynaklar yaratamamıştır. Beşiktaş Futbol Kulübü zamanında sahip olduğu arsalar ile son derece akıllı yatırımlar yapmışsa da o yatırımlardan gelen paralar mirasyedi psikolojisi ile tüketilmiştir. Şimdi gelecekteki gelirler bile temlik altındadır. Galatasaray Kulübü ise 2000 senesinde elde ettiği başarıyı daha da ileri götürmek adına yaptığı sayısız hatalı transferler sonucunda uğradığı zararı halen telafi edememiş sadece Ali Sami Yen stadının arazisine karşılık yaptırdığı ama gelirlerinden tam olarak yararlanamadığı yeni bir stada sahip olmuştur.
Günümüzde futbol bir spor olmaktan çıkıp bir endüstrisi haline gelmiştir ve bundan maddi çıkar elde eden yönetici, oyuncu ve medya birbirine 3 maymunu oynamaktadır. Bir tarafta basın, diğer tarafta yöneticiler ve son olarak da oyuncular bir üçgen yapmış ve tek maddi çıkar gütmeyen, işin sadece manevi tarafı ile ilgilenen taraftarı ortada sıçan şeklinde oynatmaktadırlar. Taraftarlar takımlarının şampiyon olmalarına ya da olamamalarına bakmaksızın, iyi günde de kötü günde de takımlarını desteklemekte ama kötü gün gerçekten kötü müdür ya da iyi gün gerçekten iyi midir bilememektedirler.

Bu gemi şimdilik bu şekilde gidiyor gözükse de yakında su alıp batma tehlikesi geçireceği aşikardır. Kulüplerimiz çok uzun zamandır sürekli yüksek bedellerle futbolcu almakta ama doğru dürüst bir gelir getirecek satış yapamamaktadır. Takımlarımız, salt taraftarlar sayesinde elde edilen, yayın gelirleri, forma satışları ve tribün gelirleri gibi desteklerle ayakta kalmaya çalışmakta ve bu gelirlerin kesilmemesi için de; medya çoğu zaman gerçekleri saptırdığı yetmiyormuş gibi, görsel ve yazılı basında sürekli güdüleme yaparak, taraftarları daha da fanatik bir hale getirmeye çalışmaktadır. El Clasico 140 ülkede seyredilirken, medyamız tarafından sürekli pompalanarak dünyanın en büyük derbileri arasında sayılan Fenerbahçe -  Galatasaray derbisini bizden başka kimse seyretmemektedir. Yurt dışında sadece yayıncı kuruluşun yurt dışı yayını sayesinde yine Türkler tarafından seyredilmektedir. Dünyanın en büyük derbilerinden biri bu kardeşim diye gazı alan taraftarlar bu güdülemeler sonucunda git gide daha fanatik ve sadık olmakta, takımlarını desteklemek için bulundukları katkıyı arttırmaya çalışmaktadırlar. Oysa kısır döngü değişmemekte, bu katkılar çoğu zaman olduğu gibi yine çarçur edilmektedir. Hiçbir sektör ya da endüstri böyle bir politika ile uzun süre yaşayamaz. Bahis oyunları, vergisel anlamda başta devlete, sonrasında ise bunu yönetenlere olağanüstü kazançlar sağladığı için kaldırılması ihtimali son derece düşüktür ama var olduğu sürece de hiçbir zaman alınan sonuçların gerçek olduğundan emin olamayız. İllegal olanınaysa hiç girmiyorum.
Futbolun, alınan sonuçları içimize sindirdiğimiz ve yeniden zevk aldığımız bir hale gelmesi için öncelikle sporun tabiyatına aykırı olan bahis olayının halledilmesi ve arkasından da gerekli düzenlemeler ile kulüplerimizin mali durumlarını düzeltici önlemler alınması gerekmektedir. Altyapıya önem vererek, oyuncu ücretlerine üst sınır getirerek, oyuncuları talep ettiklerinden daha fazlasına imza attırarak aradaki rakamın komisyon olarak alınmasını engellemek adına vergiyi kulüplerin sırtından alıp oyunculara yükleyerek, başarıya endeksli bir prim sistemi oluşturarak ve daha demokratik yönetimler kurarak zor da olsa güneşli günlere ulaşmak mümkün. Yeter ki artık düğmeye basılsın.

Son söz : Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.   
                                                                                                  Mustafa Kemal Atatürk

Tolga AYKUT

9 Nisan 2012 Pazartesi

Hunger Games

Suzanne Collins, 2008 yılında kaleme almaya başladığı ve üç kitaptan oluşan roman serisi Açlık Oyunları’nda, Arnold Schwarzenegger’in 1987 tarihli kült filmi Running Man’den oldukça etkilenmiş. Hikaye temel anlamda neredeyse birebir aynı. Biraz Hollywood’un üretmede kısır kalması, biraz da önceden yaratılmış hikayelerin gerçekten çok başarılı olmaları sebebiyle yapımcılar, gelişen teknoloji ve genç nüfusun daha çok tüketiyor olmasından da faydalanarak, önceden çekilmiş filmlerin değiştirilmiş ve günümüzün animasyon teknolojileri ile görsel olarak süslenmiş versiyonlarını çok daha sık karşımıza çıkartmaya başladılar. Hunger Games de o filmlerden biri, yalnız tabi ki 2. ve 3. kitapta, hikaye belki daha farklı devam ettirilerek senaristler bize yeni ufuklar açabilir, bunu hep birlikte göreceğiz. Öte yandan hakkını da yememek lazım, Jennifer Lawrence’i Hollywood’a kazandıran film, seyir ve gerçeğe uygunluk dozu açısından oldukça başarılı. Eminim serinin diğer filmleri de aynı başarıyı devam ettirecektir.
Buraya kadar her şey çok güzel ama filmde ana fikir olarak bizi düşünmeye iten şey oldukça can sıkıcı. İnsanoğlunun anlamsız vahşeti, başka bir filmle, bir kez daha gözler önüne seriliyor. Başkalarını başarı ya da başarısızlığını seyretme ve ondan zevk alma; maalesef yeme, içme, barınma gibi temel güdülerimizden biri haline gelmiş vaziyette. Gladyatörlerin zamanından beri süregelen bu vahşet izleme isteği, her ne kadar ilim ve teknolojide çağ atlayacak seviyelere gelsek de popülaritesinden hiçbir şey kaybetmiyor. Hunger Games filminde 12 bölgeden birer kız birer erkek olmak üzere kura ile seçilen 24 kişi ölümüne girdikleri bir yarışta hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Ölümüne yapılacak yarışma öncesi adayların psikolojileriyle öyle bir oynanıyor ki, yarışmacılar sanki birbirlerini öldürmeye değil de, eğlenceye gelmiş gibi bir ruh haline bürünüyorlar. Seyredenler ise, bir süre sonra karşılarındaki kişilerin 23 tanesinin ölmesini değil de toplu düğün seremonisi seyredecekler gibi davranıyorlar. İnsanın iç dünyası gerçekten çok garip ve gizemli. Uygun notadan ses vererek, herhangi birini, istenilen ruh haline hazırlamak mümkün. Bu filmde de 74. sü düzenlenen Açlık Oyunları’nı yaratanlar bu psikolojiyi çok iyi öğrenmişler. Rating kaygısıyla, yarışmacıları tribünlere en iyi oynayacakları şekilde eğitiyorlar. Yarışmacılar da allah için, uygun şekillerde ölerek ve öldürerek, izleyenlere iyi bir seyir yaşatıyorlar.
Filmler tabi ki gerçek hayatın biraz abartısı, ama tüm dünyada izleme rekorları kıran Survivor, ya da diğer rating kaygısından öteye gitmeyen, galibine hiçbir şey kazandırmayan, mağlubunun ise sonrasında yaşayacağı psikolojik çöküntüyü hesaba katmadan milyonların önünde afişe eden yarışmalar çok mu farklı? Örneğin şu an Ebru Akel’in sunduğu zayıflama programı, Açlık Oyunlarından ne farkı var? Hatta isim konusunda telif sıkıntısı olmasa, Açlık Oyunları diye aynı ismi bile koyabilirler. 100 kilonun üzerinde bir sürü insan, televizyon karşısında onları izleyen kişiler için orada ter dökmüyorlar mı? O insanların zayıflaması, TV kanalının ne kadar umurumdadır gerçekten bilmiyorum ama bu tür rating uğruna yapılmış, seyredene ve yarışana hiçbir şey katmayan programlar bizleri uyutmaktan öteye gitmiyor maalesef. Yukarda bahsettiğim Running Man filmini izleyenler bilirler, orada sistemi kuranlar, bu tür ölümüne yapılan oyunlarla halkı uyutup, oyalarken bir diğer taraftan da çarklarını döndürüyorlardı. Zaten eski Roma’da da Sezarların arenada gladyatör dövüşü yaptırma sebepleri, cahil ve aç olan halkın ilgisini dağıtmak, onların gazını almak ve coşkuya getirmekti. Günümüzde kanunlar ve nizamlar uygulandığı için ölümüne yarışların TV ekranlarından yapılmıyor olması, daha hafifletilmiş olarak çekilen diğer anlamsız yarışma ve oyunları haklı çıkarmıyor ne yazık ki. Peki, insanoğlu olarak biz niye bu kadar vahşiyiz? Neden bu anlamsız yarışmaları seyrediyoruz ve bizi uyutarak sömürmeye çalışan ve güdüleyen bir güce boyun eğiyoruz? Dünyamız güzellikler ve iyiliklerle doluyken neden manşetlerde veya programlarda kötü haberler daha çok yer alıyor? Egomuzun koyduğu hedeflere ulaşamamanın getirdiği keyifsizliği, başkalarının başına gelen kötü şeylerle mi hafifletiyoruz ve teselli oluyoruz? Yoksa taş devri insanıyken hayatta kalabilmek için içimizde filizlenmiş “ölmemek için öldür” fikrinin anca evrimleşebilmiş hali mi bu güdülerin sebebi? Sebebi hakkında eminim psikologlar benden çok daha iyi ve doğru yorumlar yapacaklardır ama çok da sebebini bilmek gerekmiyor açıkçası. Yanlış olduğunu bilmek bence yeterli.
Bizler bilim ve teknolojide ileri giderek, maddiyatımızı ve maneviyatımızı üst seviyelere çıkarsak da vahşete olan ilgimiz kaybolmuyor. Daha sağduyulu olup, bilinçlenmedikten sonra, üstünden 2000 yıl geçmiş de olsa, insanoğlu uzaya bile çıkabilmiş de olsa, eski Roma’dan çok öteye gidebilmiş olmayacağız maalesef.

Tolga AYKUT

PS: Ve işte yazıyı yazdıktan sadece 2 gün sonra Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber. Kimbilir basına yansımayan daha neler vardır.

http://www.hurriyet.com.tr/planet/20317486.asp