5 Mart 2013 Salı

Verem günlerinde AŞK. Kelebeğin Rüyası

Zaman, aşkların insanın hayatına bir kez uğradığı, şimdilerdeki gibi hızla tüketilerek değil, kavuşulamadan, doya doya sarılınamadan yaşandığı yıllardır. 1941 Türkiye'sinde, hem ülke tazecik Cumhuriyet olduğundan hem de Avrupa'daki savaşın tüm şiddeti iliklerde hissedildiğinden, mahrumiyetin hakim olduğu, insanların açlıktan sıska, pantolonların iki beden büyük ama dostlukların dev ve insanların mutlu olduğu zamanlardır. Kadınların, sevenlerinin şiirlerinden etkilendiği, mektuplar yazıp beklediği ve yüreğinin yettiğince uğruna herkese göğüs gerdiği yıllardır.

İşte bu yıllarda yaşanır hikayemiz. Zonguldaklı iki şair; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip, Behçet Necatigil’in hocalığında açlığa, işsizliğe, aile baskısına hatta ölüme meydan okuyarak hayallerinin ve onları mutlu eden tutkularının peşinden giderler ve şiirler yazarlar. Dönemin en önemli edebiyat dergilerinden Varlık dergisine çıkabilmek ve memleketin önemli şairleri arasına isimlerini sokabilmek için kıyasıya ama bir o kadar da dürüst ve samimi bir rekabet içinde uyanırlar her sabaha.  Bu iki can arkadaşın hayatı, tüm ahalisinin kömür madenlerinde çalışma mükellefi olduğu Zonguldak'a, gözlerinin içi gülen, cesur, maceracı ve meraklı Suzan’ın gelişiyle değişir. Bu liseli yârin kime yar olacağı hakkında iddialara girilir, olmayan değerli eşyalar ortaya sürülür. Şehirli, zengin kız, kimin şiirini beğenirse onu da beğenmiş olacaktır ama Rüştü bir adım daha realisttir, "fazla kaptırma kendini" der Muzaffer'e.

Tatlı rekabet Rüştü’nün çağın amansız hastalığı veremin pençesine düşmesi ile sekteye uğrar. En büyük destekçileri, akıl ve fikir hocaları Behçet Necatigil’in araya hatırlı kişileri sokması vesilesinde; Rüştü, Heybeliada sanatoryumunun yolunu tutar. Ayrı ayrı yazdıkları şiiri, Suzan’ın beğenisine sunamadan başrol Muzaffer’e kalmıştır. Bir öğleden sonra gizlice birbirlerine doymaya çalıştıkları gözlerden uzak bir kayalıkta, Karadeniz’in hoyrat dalgalarını seyrederlerken, Muzaffer Suzan’a neden hiç gülmediğini sorar. Sevdiği hem yanı başında hem de bir o kadar da uzakta olduğu için içinde fırtınalar kopan küçük hanımın yanıtı çok basittir, “gülmek için bir sebep yok” der, genç kız. Muzaffer ise görür görmez aşık olduğu cananının arkasından mırıldanır, “Sen…Çok güzelsin….Sebepsiz de gülebilirsin.”

Verem, Muzaffer’i de etkilemeye başladığında Behçet Necatigil, onu da Heybeliada sanatoryumuna götürmeye karar verir. At arabası sırtında Zonguldak sahiline indikten sonra, Anafarta adlı gemiyle İstanbul'a doğru yola çıkarlar. O sırada radyolarda Japonların, Pearl Harbor’a saldırdığı haberi duyurulur. Behçet Necatigil, Muzaffer’in yanına gelir ve Avrupa savaşı artık bir dünya savaşı der. Muzaffer’in boşluğa kilitlenen gözlerini görünce de iç geçirir, “ Takma kafana Muzaffer, senin savaşın sana yeter.”

İki kafadar; mahrumiyet sebebiyle kağıt, daktilo hatta yazacak mekan bile bulamadıkları, daktilo ödünç aldıkları, öğrencilerin sınav kağıtlarından sayfa yaptıkları Zonguldak'tan kilometrelerce uzakta, sanatoryumda hem birbirlerine hem de tutkuları olan şiire vücut buldurma imkanına kavuşurlar. Rüştü, kendisi gibi hasta olan Mediha’ya gönlünü kaptırmıştır. Muzaffer ise zaten kendisini tüm çıplaklığıyla görmüş olan Suzan’dan başka biri için yaşamamaktadır. Her şeyden çok şiire aşık iki şair her ne kadar "aşk şiirin bahanesidir" diye dalga geçseler de, yaşadıkları aşk sanatoryumun onlara dar gelmesine sebep olur. Rüştü ve Muzaffer, Mediha’nın taburcu edilmesi ile hastaneden kaçarlar.

İki veremli aşık Mediha ile Rüştü'nün, birbirlerine dokunamadan ve sarılamadan aşklarını yaşamaları, evlenmelerine mani olmaz. Muzaffer ise bir akşam üstü, Kandilli kız lisesi bahçesinde Suzan’ı bekler. Suzan'ın Muzaffer'i gördüğünde sevinçten parlayan gözleri; insanın aşık olduğu, sevdiği, özlediği ama göremediği ve haber alamadığı birini bir anda sürpriz bir şekilde karşısında görmesinin ne kadar güzel bir şey olduğunu bir kez daha anlatır bize. Muzaffer, Suzan’ına kavuştuğu için mutlu ama hastaneden erken çıktığından hastalığı azdığı için umutsuzdur. Mediha ile Rüştü’nün Muzaffer ile Suzan’ın aşkı çok şey yaşanabilecekken, biraz kaderden biraz da fazla aşk yüzünden yaşanamamasının tarifsiz acısını bir kez daha gösterir tüm sevenlerine. Belki de bu yaşananlar yazdırır aşağıdaki dizeleri Behçet Necatigil’e.

Sevgileri yarınlara bıraktınız.
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı
Bitmeyen işler yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz.
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği
Aklınıza gelmezdi
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

---------------------

Kıvanç Tatlıtuğ, Makinist filmindeki Christian Balle edasıyla oldukça kilo vererek hem fiziken, hem de duygusal, içe kapanık ama çocuksu bir espri yeteneğine sahip Muzaffer'i çok iyi etüd ederek ruhen hazır olmuş role. Eğer Türkiye'nin bir Oscar'ı olsaydı, Kıvanç Tatlıtuğ en iyi erkek oyuncu, Mert Fırat ise Rüştü Onur rolünde en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'larını rahatlıkla alırlardı. 


Oyunculukları bir kenara bırakırsak, gerçek hayatta hakkında konuşulan politik ve etnik rolünden bağımsız olarak sadece sinemacı gözüyle yorumlarsak, Behçet Necatigil'e can vermiş olan Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası filmiyle müthiş bir iş başarmış. Uzun bir film gibi görünmesine rağmen su gibi aktı, kostümleri, çekimleri, müzikleri, mekanları, oyuncuları ve oyunculukları ile bizi 70 yıl geriye götürdü ve mahrumiyet yıllarının Türkiye'sinde vatandaşların ülkeleri için neler yaptıklarını, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde nasıl bir modernlik seviyesinde olduğumuzu, kısaca o zamanki tadı, dokuyu en derinlerimizde hissetmemizi sağladı. 

Olağanüstü bir sinemacılık başarısı gösterdiği için kendisini tebrik ediyorum. Müthiş bir emek sarfedilmiş olan Kelebeğin Rüyası, öncelikle daha nice böyle filmler yapılabilmesi, sonrasında da aşk nasıl yaşanırmış öğrenilebilmesi için muhakkak görülmesi gereken bir film.


Tolga AYKUT