20 Kasım 2012 Salı

Muhteşem Yüzyıl mı? Yoksa sonun başlangıcı mı?


Toprakları üstünde birçok etnik kökenden ve milletten insanın rahat ve huzur içinde yaşadığı, üç kıtaya hükmetmiş bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun, en parlak dönemini anlatan meşhur bir dizimiz var. Göz alıcı dekorları, birbirinden çarpıcı kostümleri, güçlü kadrosu ve sürükleyici anlatımıyla ben dahil milyonları ekrana kilitleyen bu dizi, zaten sayısız kitap okuyup senaryo yazacak kadar tarihe meraklı olan bendeniz de, o dönemle ilgili de sayısız kitap okuma isteği yarattı.

Anadolu’da küçücük bir beylik iken, İslamiyet’i yayma adına yapılan savaşlarla, diğer beylikler arasından sıyrılan, toprakları büyüdükçe güçlenen, güçlendikçe büyüyen ve zamanla tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı, aslında birbirinden enteresan hikayelere sahip.  Bu hikayelerden en ilginci de tabi ki en uzun süre (tam 46 yıl) tahtta kalmış ve hükümdarlığı sırasında da Devlet-i Aliye'nin en geniş topraklara sahip olmasını sağlamış Kanuni Sultan Süleyman'a ve onun eşi Hürrem Sultana ait.

Okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyenleri, tarih romanı değil, tarihin romanını yazdığını söyleyen değerli yazar Cahit Ülkü’nün kitapları “Son Hazaryalı” ve “Suların Getirdiği Padişah” adlı kitaplar oldu. Yazarın, bu iki kitabın haricinde, “Pargalı İbrahim Paşa” ve “Rüstem Paşa” adlarıyla iki kitabı daha var. Cahit Ülkü, anlaşıldığı üzere tamamen Sultan Süleyman dönemi üzerine ciddi araştırmalar yapmış ve o dönemin karakterleri ile ilgili romanlar yazmış. Özellikle “Son Hazaryalı” daha bir Hürrem romanı ve 12 sayfalık kaynakçasıyla, tarih romanı değil, tarihin kendisinin roman haline gelmiş şekli olduğuyla da hayli iddialı.

Tabi, blogumdaki bir önceki “Tarih tekerrürden ibaretse, hangi tarihi dikkate almalıyız?” adlı yazımda da belirttiğim gibi; konu tarih olunca, o zamandan bu zamana kadar süregelmiş kaynaklar ve belgelerin doğruluğuna ve onların mantıklı bir şekilde yorumlandığına kendimizi teslim etmek zorundayız. Buradan yola çıkarak, Muhteşem Yüzyıl dizisini merak ve ilgi ile izleyenlere, tam 207 ayrı kaynaktan yararlanılarak yazılmış “Son Hazaryalı” adlı romandan bazı ilginç bilgiler vermek istedim.

Hürrem, yani kitaptaki adıyla Roza, bir dönem Hazar denizinin kuzeyinde hüküm sürmüş Hazarya devletinin son hanlarından Ivan’ın kızı. Hazarya, Musevi bir devlet ve o dönem, Hristiyanlardan çok zulüm gördükleri için zamanla güçsüzleşmiş ve dağılmış. Hayatta kalan son Han’ın en büyük hayali ise bir gün yeniden Hazarya devletini kurmak. Bunun için de, kızı Roza’yı, Museviliğin en rahat yaşandığı Osmanlı topraklarına yollamak, hatta sadece yollamakla kalmayıp, aynı zamanda Roza’nın Devlet-i Aliye’nin hükümdarı, Sultan Süleyman Han’ın en yakın arkadaşı ve has odabaşısı Pargalı İbrahim’in de eşi olmasını istiyor.

Eskiden kendisine sadık olup da şimdi Osmanlı akıncıları içinde yer alan bir cengaverden de sözde Roza’yı kaçırmasını ve bir savaş ganimeti gibi Pargalı İbrahim’e sunmasını istiyor. Planı aynen gerçekleşse de, Pargalı, kendisine getirilen bu kızıl dilberi kendine layık görmeyip hünkarına sunuyor ve Ivan istedi bir göz, Allah verdi iki göz şeklinde bir durum oluşuyor.  Hazarya devletini kurma heyecanıyla cihan imparatorunun karşısına çıkan Roza bütün hünerlerini konuşturuyor ve sultanı kendisine aşık ediyor. Zaman içerisinde ilk şehzade Mustafa'nın annesi Mahidevran ile yaptığı kavgalardan galip çıkmasıyla, saraydaki konumu güçleniyor ve şehzadeler doğurdukça Sultan Süleyman üzerindeki etkisi artıyor ama bir türlü padişahı eski Hazarya devletinin olduğu topraklara göndertip, oralarda babasının kurduğu hayalin gerçeğe dönüşmesini sağlayamıyor. Mehmet ve Mihrümah doğduktan sonra, babası Ivan’ın yanındayken tanıdığı ve aşık olduğu Hazaryalı doktor Agustinho, kendisini Hürrem'in kardeşi gibi tanıtıp sarayda Roza’yı ziyaret ediyor. Bu bölümler aslında Muhteşem Yüzyıl dizisinde ressam Leo adıyla, belki de toplum korkusuyla, biraz farklı bir şekilde anlatıldıysa da Cahit Ülkü’ye göre aslında gelen Hazaryalı doktor Agustinho. Hürrem, Agustinho’yu görünce hem aşkı depreşiyor hem de Süleyman Hazar devletinin kurulmasını sağlamadıysa belki oğlu sağlar diyerek Agustinho ile birlikte oluyor. Böylece Sultan Süleyman’a hiç benzemeyen ve safkan Hazaryalı Selim doğuyor.

Artık Hürrem’in önünde hayallerini gerçekleştirmek için bir tek adım kalır o da safkan Hazaryalı oğlunu, Selim’i sultan yapmak. Bunun için önce Mahidevran’ın oğlu Mustafa’dan kurtulmalı ama ondan önce şehzade Mustafa'nın en büyük koruyucusu Pargalı İbrahim’in işini bitirmelidir. Zaten yıldızı barışmadığı Pargalı, Süleyman ile oyun oynadığı bir gecenin sabahı boğazlanmış olarak bulunur. Pargalı’nın ölümüyle boşalan vezir-i azamlık görevine, Mihrümah ile zorla evlendirdiği Rüstem Paşayı geçirtir. Rüstem Paşa ise Hürrem’in bu iki iyiliğini karşılıksız bırakmamak için artık Hürrem’in kuklası haline gelir. Zaman içerisinde şehzade Mustafa’nın katibinin el yazmalarını ele geçirip yazısını taklit etmeye ve şehzade Mustafa’nın sahte mührüyle babası Süleyman’a Mustafa'nın ağzından mektuplar yazmaya başlar. Mektuplarda şehzade babasının artık yaşlandığını, tahtı kendisine bırakması gerektiğini söyler. Süleyman’ın sert dille şehzadesini azarladığı mektuplar ise hiç Mustafa’ya ulaşmaz, böylece İstanbul’da babasının kendisine bilendiğinden habersiz kalır. Bir gün Süleyman daha fazla dayanamaz ve kararını verir. Ya oğlu onu öldürecektir, ya da o oğlunu. Mustafa’yı otağında huzuruna çağırdığı bir gün yedi iri cellat, Mustafa’yı, belki de sultan olsa, Devlet-i Aliye’yi çok daha ileri götürecek kadar değerli bir şehzadeyi hakkın rahmetine kavuştururlar. Süleyman perdenin arkasından oğlunun cansız bedenine bakarken sakat doğan en küçük şehzade Cihangir çadıra girer ve abisinin naaşını gördüğünde babasına oğluna nasıl kıydığı hakkında veryansın eder. Süleyman o sinir boşalımıyla oğluna sert bir tekme atar ve zaten sakat olan Cihangir yediği tekme ile oracıkta ölür. Mustafa’nın ölümüyle iyice gözden düşen Mahidevran Edirne sarayına sürülür. Artık padişahlık için en büyük aday, Hürrem’in büyük oğlu Mehmet’tir ama o da kaderin acı bir oyunu ile attan düşerek ölür. Geriye sadece Selim ile Beyazıd kalmıştır. Hürrem’in bu ikilideki tercihi çok nettir. Hazarya devletinin yeniden kurulması için safkan Hazaryalı Selim tahta geçmelidir. İki şehzade arasında hep Selim’in adını öne sürer, zaten yaşça büyük olan da o dur. 

Süleyman zamanla Beyazıd’ı gözden çıkarmaya başlar. İki kardeş arasında yapılan savaşlarda hep Selim’e destek olur. Beyazıd en son, İran şahı Tahmasb’a sığınmak zorunda kalır. Tahmasb, Beyazıd’ı 20.000 askeri ile sarayında konuk eder. En yakın adamlarının “şehzadem bir onay verin, 20.000 askerle Tahmasb’ın sarayını ele geçirelim. Babanız, İran’ı fethetmiş bir şehzadeye hayır diyemez, bir anda hem batının hem doğunun hükümdarı olursunuz.” telkinlerine, “bize konukseverlik gösteren bir ev sahibine bu hainliği yapamayız” deyip reddeder, ama o Tahmasb onun için aynı asaleti göstermez ve zaman içinde gelişen dostluklarına binaen şehzadenin askerlerini ödünç alarak kısa görevler için İran’ın belli yerlerine gönderir ama giden hiçbir asker geri dönmez. Sonrasında da askersiz kalan şehzadeyi Süleyman’dan gelen bir ferman ile hapseder. Daha sonra ise İstanbul’dan gelen cellatlar, hem şehzadeyi hem de ailesini katlederek, tahtın tek varisinin Selim olmasını sağlarlar.

Beyaz'ın iki dakika da Yaprak Dökümü, ya da iki dakika da Kuzey Güney'i anlatması gibi hızlıca anlattığımdan çok daha fazlası var Cahit Ülkü’nün kitaplarında. Okuması kolay, dili akıcı. Muhteşem Yüzyıl dizisinde bu anlatılanların ne kadarı beyazcama yansıyacak, ne kadarı halkın tepkisinden korkularak es geçilecek bilemiyorum ama çok da tepki gösterilmeyi gerektirecek bir durum olduğunu sanmıyorum. Sonuçta sultanlara şehzade veren harem gözdelerinin tamamının gayri Müslim olduğu bir dönemde Selim safkan Hazaryalı olmuş olmamış ne fark eder? Tam 207 kaynaktan yararlanılarak yazılan “Son Hazaryalı’nın” anlattıkları bana ilginç geldiği için buradan okuyanlarla da paylaşmak istedim. 

Bize bugüne kadar öğretilenlerden çok daha farklı ve çok daha şaşırtıcı olan bütün bu anlatılanlardan sonra insan kendi kendine sormadan edemiyor; acaba Süleyman 46 sene tahtta kaldığı için mi, o tarihten sonra imparatorluk bir daha hiç aynı parlak günlerini göremedi? II. Murat’ın tahtı Fatih Sultan Mehmet’e bıraktığı gibi, o da ölmeden tahtı en iyi yetişen oğluna bıraksaydı, Devlet-i Aliye için daha mı iyi olurdu? Yani muhteşem yüzyılı yaratan cihan imparatoru, hırsıyla bilmeden o imparatorluğun gerçek anlamda başarılı son imparatoru mu olmuştu? Yani muhteşem yüzyıl, aslında bir bakıma sonun başlangıcı mı oldu? Maalesef hiç bir zaman bilemeyeceğiz.

1 yorum:

  1. TOLGA BEY
    AKTARINIZ VE YORUMLARINIZ İÇİN KENDİ ADIMA TEŞEKKÜRLER.
    UMUYORUM ARAŞTIRMACILAR VE ONLARIN ÇALIŞMALARI ARTTIKÇA
    "RESMİ TARİH"İN DUVARLARI YIKILACAKTIR.
    GERÇEKLERİ SAKLAMANIN KİMLERE NE GİBİ YARARLARI OLABİLİR
    ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL.
    HOŞÇA KALIN

    YanıtlaSil