29 Kasım 2011 Salı

Biraz da sanat konuşalım. ;)

Contemporary İstanbul

Bir Contemporary İstanbul Sanat fuarını daha geride bıraktık. Yerli ve yabancı bir çok galerinin katıldığı bu seferki fuar, geçen yıllara göre çok daha büyük bir alanda ve çok daha fazla ziyaretçi katılımyla gerçekleşti. Fuarı bir koleksiyoner gözüyle anlatmam gerekirse genel olarak başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Son yıllarda Türkiyede sanata olan ilgi artışı, bu tür fuarların çok daha keyifli geçmesine sebep oluyor. Zaten ben de çok keyif aldığımdan, ilki çarşamba günü öngösterim, diğeri pazar günü fuarın son günü olmak üzere fuarı iki defa ziyaret ettim.

Fuara girdiğimizde, giriş katında her zamanki gibi Dirimart ve Galeri Artist bizi karşıladı. Hazer Özil'in sahibi olduğu Dirimart, en güzel lokasyona sahip standlardan biriydi. Dirimart'da Ekrem Yalçındağ, Ebru Uygun, Yeşim Akdeniz Graf, Ramazan Bayrakoğlu, Hermann Nitsch ve Peter Zimmerman, eserleri sergilenen sanatçılardan bir kaçıydı. Yeşim Akdeniz Graf'ın işi, sanatçının bugüne kadar gördüğüm en güzel işlerinden biriydi. Yeşim Hanım bu sefer çok daha figüratif ve çok daha canlı renklere sahip bir çalışma yapmış, bu sebeple sanatseverler uzun uzun resme bakmaktan kendilerini alamadılar. Keza Hermann Nitsch'in işi de gördüğüm en güzel Nitsch idi. Hermann Nitsch, genelde tek rengi yoğun kullanarak resimlerini yapar, ama sergide ki resmi sanatçının birden fazla renk kullanarak ve canlı renkler seçerek yapmış olduğu bir işti. Dirimart bir ara o kadar yoğun ziyaretçi ilgisine sahip oldu ki galeri sahibi Hazer Özil ve galeri direktörü Özlem Ünsal yorgunluktan ayakta duramayacak hale geldiler.

Galeri Artist'de ise, Ergin İnan, Abidin Elderoğlu, Ben Willikens ve Wim Delvoye, sanatçılardan bazılarıydı. Özellikle Ergin İnan'ın eserleri ile Wim Delvoye'nin eseri kesinlikle standın en çarpıcı eserleriydi. Türkiye'nin m2 olarak en büyük galerilerinden biri olan Galeri Artist'in sahibi Dağhan Özil, yılların birikimyle Türk sanatseverlere hiç görmedikleri işleri göstererek, Türk koleksiyonerlerin ufkunu açmaya Contemporary Art fuarında da devam etti.

Olcay Art'ın standında Devrim Erbil, Mehmet Uygun ve Barış Sarıbaş'ın eserleri vardı. Devrim hoca'nın meşhur İstanbul eserlerinden birinin 3D animasyonu ise görülmeye değerdi. Haldun Dostoğlu'nun sahibi olduğu Galeri Nev'de ise bence fuarın en güzel işi vardı. Çalışmalarını Los Angeles'da sürdüren Canan Tolon'un dört parçadan oluşan eseri, daha fuar başlamadan 130.000 USD ye satılmıştı. Kendi adıma söyleyebilirim ki en uzun seyrettiğim eser Canan Tolon'un eseriydi ve bu kadar çabuk satılmasına hem sevindim hem üzüldüm. Tayfun Erdoğmuş'un ise çarşamba günkü öngösterimde sergilenen eseri satılmış olacakki, pazar günü gittiğimde en az onun kadar güzel bir başka eseri sergilenmeye başlanmıştı.

Galeri Merkür'de Adnan Çoker ve Bubi'nin eserleri sergileniyordu ve sevgili Bubi yeni tarzıyla bir kez daha sanatseverleri heyecanlandırmayı başarmıştı. Alt katta ise, Art ON Galerinin standı en ilgi çekici standlardan biriydi. Oktay Duran sıcak sohbetiyle Art ON Galeri de bizi çok iyi ağırladı. Sanatçılarından Burcu Perçin'in daha canlı renklerden oluşan yeni dönem büyük ebatlı işleri çok güzeldi ve zaten hemen satıldılar. Neyse ki 3 Mart 2012 de Burcu Hanım'ın bir sergisi olacak, fuar da alamayanlar o sergi de şanslarını deneyebilirler.

Kısa kısa elimden geldiği kadarıyla 2011 Contemporary İstanbul'u size anlatmaya çalıştım. Bütün bir fuarı buradan anlatmak maalesef mümkün değil ve ben asla bir sanat eleştirmeni değilim, zaten olamam da. Bunun için çok ciddi bir bilgi birikimi gerekiyor. Ben sadece bir koleksiyoner gözüyle aklımda kalanları aktarmaya çalıştım. Umarım bundan sonraki fuarlara gitmeniz için biraz olsun heves ya da ilgi oluşturabilmişimdir.



Dedemin İnsanları

Sanat diyip de sinema dan bahsetmezsek olmaz heralde. Ben de geçen akşam gittiğim Dedemin İnsanları adlı filmden biraz bahsetmek istedim. Çağan Irmak yine coşmuş ve çok güzel bir filme imza atmış. Mübadele döneminde daha ufacık bir çocukken Girit'deki evlerinden çıkmak zorunda kalan ve Ege'nin bir kasabasına yerleşen Mehmet bey'in bu göçten yıllar sonra doğan torunu Ozan ile arasındaki ilişkiyi anlatan film, ırkçı felsefeye sahip insanlara da üzerinde düşünecekleri bakış açıları sunuyor. Mekanlar, kostümler ve en önemlisi oyunculuklar bir harika. Mehmet bey rolündeki Çetin Tekindor, biraz Babam ve Oğlum daki rolüne benzer bir rolde oynamış olsa da, yine de gözlerin yaşla dolmasını sağlıyor. Gökçe Bahadır ve Hümeyra da çok başarılı oynamışlar. Yiğit Özşener ise farklı rollerle oyunculuğunu mükemmelliğe doğru götürmeye devam ediyor.

Biz bir zamanlar ne iyi insanlarmışız, o zamanlar hiçbir şeyimiz yokmuş ama ne kadar mutluymuşuz dedirten sıcacık bir film Dedemin İnsanları. Muhakkak görülmesi lazım, pişman olmayacaksınız.



Tolga AYKUT

20 Kasım 2011 Pazar

İki adım geri çekilip, resmin bütününü görebilmek.

Bir resme çok yakından baktığınızda asla resmin tamamını göremezsiniz. Resmin küçük bir parçası ya da detayı, kendi içinde size bir şeyler anlatabilir ama asla resmin tamamının ne demek istediğini size gösteremez. Yakın durduğunuz için gördüğünüz kısım, sizin hoşunuza gidebilir ya da sizi mutsuz edebilir ama söz konusu koca bir resim ise gördüğünüz şey sadece o ana ait bir detaydır. Hayat da biraz buna benzer, anlık yaşadığımız mutluluklar ya da sıkıntılar bizi o an konunun bütününden uzaklaştırabilirler ama gerçekleri asla değiştirmezler.

Yukarda anlattığım sebepler yüzünden başlığa “detaylarda boğulmak” da diyebilirdim ama diğeri gözüme ve kulağıma açıkçası daha bir şirin gözüktü. Aslında bir tanesi sürekli yaptığımız bir hata diğeri ise o hatadan dönmek için yapmamız gereken hareket, ama kaçımız yapabiliyoruz, kaçımız iki adım geri adım atıp aslında neyin önemli olduğunun veya asıl amacımızın ne olduğunun farkına varıyoruz?
Hayat aslında çok basit, onu zor hale getiren bizleriz. İngiliz felsefeci Thomas Hobbes’ın meşhur sözü Homo Homini Lupus,  “İnsan insanın kurdudur”  bu durum için söylenmiş en güzel sözlerden biridir. Bazen bilerek, bazen bilmeyerek durumu hep bizler daha zor hale getiririz. Aslında olay çok basittir ama egolar, hırslar, çevre baskısı ve kompleksler bizim basit olan bir olayı karmaşık ve işin içinden çıkılmaz bir hale getirmemize sebep olurlar.  
Konuyu birkaç örnekle daha açık bir hale getirebiliriz. Mesela, özel bir yemek için aşermiyorsanız ya da özellikle gitmek istediğiniz bir restoran yok ise, özlediğiniz arkadaşınızla buluşmak için bir bahane olan yemek programında hangi restorana gittiğinizin ne önemi olabilir? Oysa çoğumuz, sözde özlediğimiz arkadaşımızla, oraya mı gidelim buraya mı gidelim diye az didişmemişizdir. Keyifle ve özlemle başlaması gereken sohbet boş yere gerginlikle başlamıştır. Aslında gidilecek yer detaydır, resmin bütünü ise özlenen arkadaşla keyifli bir yemek yemek ve özlem gidermektir.

Başka bir örnek vermek gerekirse; yaşadığınız şehrin ya da çevrenizin en dillere destan düğününü yapmak için ant içmediyseniz ve yaptığınız hazırlıklar asgari seviyede bir düğünde olması gereken şeyleri yeteri kadar yansıtıyorsa, hayat arkadaşım dediğiniz kişiyle bir ömür geçirmek için yemin edeceğiniz geceyi sevdiklerinizle kutlamak yeteri kadar mutluluk verici değil midir? Ekstra streslere gerek var mıdır? Her anı, mutlu ve heyecanlı bir bekleyişle geçmesi gereken hazırlıklar, yerini stres ve didişmeye bıraksa daha mı içinize siner düğününüz ya da daha mı mutlu olursunuz ilerde? Evliliklerin bir kısmı daha düğün hazırlıkları aşamasındayken teklemeye başlar, oysa esas amacın yanında sorun ettiğimiz şeyler aslında ne kadar da önemsizdir. Çiçekti, masa düzeniydi, süslemeydi ve benzeri birçok şey aslında detaydır, resmin bütünü ise hayat arkadaşınızla yapacağınız ve sevdiklerinizi davet ettiğiniz bir kutlama yemeğidir.
Ya da hiç düşünmeden canımızı vereceğimiz çocuğumuz, bilmeden evin nadide bir eşyasına zarar verdiği zaman, eşyadan daha mı kıymetsiz olur o anda? Bir anlık hiddetle ona kızmak ya da bağırmak eşyayı ona tercih ettiğimiz anlamına mı gelir? Maalesef onun gözünden evet, oysa biz o sırada detayda boğulmuşuzdur. Resmin bütünü, kendine güvenen ve güçlü karakterli bir çocuk yetiştirmek iken biz daha ilk adımda ona eşyadan bile daha değersiz olduğunu hissettirmişizdir. Zarar gören eşya bir detaydır, her zaman yerine yenisi konabilir, ama resmin bütünü, çocuğunuzun iyi yetişmesidir ve telafisi çok daha zordur.

Yukarıdakilere benzer, daha başka birçok örnek verebiliriz.  Sizin ya da çevrenizin amacından şaşıp, konuyu bambaşka yerlere getirerek, durumu işin içinden çıkılmaz hale getirdiği kim bilir kaç tecrübe olmuştur. Aslında hayat çok basittir. Güzel ve eğlenceli bir çocukluk geçir, alabileceğin en iyi eğitimi al, hayatını yaşamak için gerekli parayı kazanacağın ve çalışmaktan keyif alacağın bir işe gir, mutlu olacağın bir aile kur, hayırlı evlatlar yetiştir ve rahat bir yaşlılığın ardından dünyaya veda et. Kabaca resimler bunlardan ibarettir. Bunları yapmak tabi ki yazıldığı kadar kolay değildir ama resmin bütünün bunlar olduğunu bilmek ve sık sık kendimize hatırlatmak bu hedeflere daha kolay ulaşmamızı sağlar. Sayılanların haricinde geri kalan her şey bizim egolarımız, hırslarımız, çevremizin bize kodladığı istekler ve komplekslerden ibarettir.
Yetişkin bir insanın hayatındaki değerleri; sağlığı, büyüdüğü ailesi, işi, arkadaşları ve kurduğu ailesi diye sıralayabiliriz. Madem resmin bütününe bakmak diye başlık attık, o zaman hayattaki değerleri de bir resimden bahsedermiş gibi örnekleyelim. Bu değerlerin evimizin salonunda asılı olan beş tablo olduğunu varsayalım. Bu tabloların tepesine onları gösterecek güzel aydınlatmalar koyarsak tabloların keyfine varabiliriz ancak. Çünkü güzel bir tablonun güzel de bir aydınlatmaya ihtiyacı vardır. Tabloyu en iyi şekilde gösterecek aydınlatmayı koymak tabloya değer vermektir. Yeteri kadar değer vermediğimiz için aydınlatma koymadığımız bir tablo karanlıkta kalır ve biz, onun hissettireceği duygulardan mahrum kalırız.

Bu benzetmeden yola çıkarak diyebiliriz ki eğer yaşamımızdaki ögelerden birine diğerlerinden daha fazla önem verirsek ya da birine hiç önem vermezsek, hayatı ıskalayacağımız garantidir. Yaşamak için çalışmamız gerekirken, çalışmak için yaşamaya başladığımızda resmin detaylarında boğuluyoruz demektir. Çünkü ancak, hayatta her şeye gereken önemi verdiğimiz takdirde mutlu oluruz. İş hayatına aşırı önem veren biri, güzel arkadaşlıkları ve mutlu bir ilişkiyi ıskalar. İş hayatındaki streslerle baş edemeyip, aslında parayı kazanma sebebi olan en yakınlarını kırabilir. Eğlenceye aşırı önem veren kişi, hayatı güzel geçirmek için gereken parayı kazanamaz ve bu sayede ilerde başka şeylerden mahrum kalır. Arkadaşlarına çok önem veren kişi anne babasıyla ya da sevgilisiyle layığı kadar vakit geçiremediği için, onlarla yaşayacağı güzellikleri ıskalar. İşine değer vermeyen biri işini, eşine değer vermeyen biri eşini kaybeder.
Dediğim gibi yazılanları uygulamak, yazıldığı kadar kolay değil elbet ama kolay olsa zaten değerli olmazdı. Bunları uygulamanın ilk adımı karar vermek ve harekete geçmek. Bir kere yola çıktıktan sonra ise egomuzun ve çevremizin bizi amacımızdan saptırmaması için bol bol kendimizi telkin etmemiz lazım. Sürekli kendimize benim esas amacım ne, ben şu an ne yapıyorum ama aslında ne yapmam gerekiyor, gibi sorularla kendimizi uyarmamız lazım.

Hep söylediğimiz gibi hayat aslında çok basittir ve dengede olması gerekir. Onu çok karmaşık bir hale getirmemeli, hayatımızdaki bütün değerleri dengede tutmalı ve hepsine gereken önemi vermeliyiz. Her zaman resmin bütünü görebileceğiniz bir uzaklıkta durmanız dileğiyle.

Tolga AYKUT

5 Kasım 2011 Cumartesi

Ayrılık vaktini uzatmak beraberliği uzatmak değildir, ayrılık vaktini uzatmaktır.

“Dünyada her kişi kendine bir eş arar, taşın kalbi yoktur ama onu da yosun sarar” gibi minibüs camlarında görebileceğiniz tarzda bir laf ile yazıma başlamak istedim. Minibüs camlarındaki yazılar her ne kadar okuyana komik gelse de, aslında hayatın en içinden laflardır. Yukardaki her kişinin kendine bir eş aradığı ile ilgili söz ise, insan denen varlığın tek başına yaşayamayacağının, sosyal bir varlık olduğunun en güzel ifadesi bence. Canlıların en temel güdülerinden biri olan üremenin üzerine bir de insanın sosyal olma güdüsü gelince insanlar ilişkiler peşinde koşmuş, bunların içinden en içlerine sineni de hayat arkadaşı olarak seçer olmuşlardır.

Ergenliğin bitmesi ile karşı cinse ilgi duymaya başlayan kişi, aslında bilinçaltında yavaş yavaş hayat arkadaşını seçmesi gerektiğini düşünmeye başlar. Gençlik döneminde kendisi için en doğru kişiyi seçmek için pratikler yapar. Yaşanan flörtlerin en derinlerdeki amacı, hem kişiye ne istediğini göstermek, hem de kimlerle mutlu olabileceğini ve hayat kurabileceğini anlamasını sağlamaktır. Gençler, lise ve üniversite yıllarında gönül ilişkileri yaşayarak önce kendi cinsini, sonra karşı cinsi tanır. Bu flörtler sayesinde kişi, hayattan beklentilerini, zevklerini, ideallerini öğrenir. Ne tarz insanlarla anlaşabildiğini, nasıl sosyal ortamların kendisine uygun olduğunu keşfeder. Her ilişki, mutlu bir evlilik yolunda bir derstir. Yaşanan ilişkilerden derslerini öğrenenler, hayattan ve bir eşten ne istediklerini anlarlar ve kendileri için daha doğru seçimler yaparak, hayatlarını şekillendirirler. Derslerini öğrenmeyenler, öğrenene kadar benzer dersleri almaya devam ederler ve yerlerinde sayarlar.

Evliliklerin yüksek oranda boşanma ile sonuçlanmasının en büyük sebeplerinden biri de insanların bu dersleri almamalarıdır. Bir insan hayatının ortalama 75 yaşına kadar sürdüğü, ergenliğin bitip, flörtün 16 yaşında başladığı ve çocuk yapıp rahatça büyütebilmek için insanların ortalama evlenme yaşlarının 28 olduğu düşünülürse, flört için geçen zaman 12 sene iken, evlilik ile geçen zaman 47 yıldır. Buradan da anlaşılacağı gibi evlilik insan hayatında çok önemlidir ve insanın hayat arkadaşını doğru seçmesi hayati önem taşır. Evlilik yıllarca sürdüğünden ve geçen o uzun zaman acı tatlı birçok tecrübeye gebe olduğundan hayat arkadaşının seçimi için insanın kendine çok önemli kriterler koyması gerekir. Evlilik için ilk şart sevgi ise de maalesef sevgi tek başına yeterli olmaz. İnsanlar evlilik düşünmeyecek kadar genç oldukları zamanlarda salt dış görünüş, seksilik, karizma gibi insanı etkileyen özelliklere bakabilirler, ama artık çanlar evlilik için çalmaya başladıysa, zamanınızın geldiğini düşünmeye başladıysanız, hayattan beklentiler, uyum, beraber geçirilen zamanların keyfi en az dış görünüş kadar önemli olmalıdır.

Flört döneminde salt aşk ya da sevgi ile kurulan ilişkiler, sevginin azalması ya da zamanla farklı frekanstan yayın yapılmaya başlanması sebebiyle biter, ama ilişkilerin bitmesi çok da önemli değildir. Dediğimiz gibi önemli olan dersi öğrenmektir. Kendini tanımaktır, ne istediğini bilmektir, kimin uygun olduğunu anlamayı öğrenmektir. Evlilikler direk ilişki zihniyeti ile sadece aşk, sevgi ya da alışkanlıklar sebebiyle başlarsa, sonunun boşanma olma ihtimali çok yüksektir. Evlilik kararını alırken, sadece kalbimizin değil mantığımızın da sesini dinlememiz gerekir. Çünkü aşk sonsuza kadar devam etmez, yerini sevgi ve saygı alır. Bunun için de paylaşımların çok yüksek olması gerekir. Günümüzde boşanmaların artma sebeplerinden biri de çiftlerin evlilikleri için beraber geçirdikleri zamanın azalmasıdır. Paylaşımı azalan, beraber ve keyifle geçirilen zamanlarla beslenmemiş bir evlilikte, taraflar zamanla birbirlerine yabancılaşırlar. Evli bir çiftin en önemli önceliği, evliliklerinin kendisi olmak zorundadır. Öncelik sırasında işten ve aileden sonra gelen evlilikler çatırdamaya müsait evliliklerdir.

İnsan neye emek verirse, onun için kıymetli odur. Emek verilmeyen bir evliliğin, kişiler için önemli olması da beklenemez. Özellikle günümüzde boşanmaların dünyanın en doğal şeyi gibi gösterilmesi, insanları “amaan olmazsa boşanırım ne olacak” gibi düşüncelere itmektedir. Halbuki olan çocuklara, yok olan milli servete ve boşanan çiftlerin psikolojilerine olmaktadır.

Flörtler, evliliğin hazırlık sınıfı olduğundan, ilişki yaşayan insanların, kendisini kandırmaması ve geleceği olmayan bir ilişki için zaman harcamaması gerekir. Yalanların en zararlısı, insanın kendisine söylediği yalandır. Fiziki çekicilik ile başlayan flörtte, kişilerin çok çabuk bir şekilde; sahip olunan zevkler - hobiler, hayattan beklentiler ve benzeri konularda ortak payda arayışına girmesi gerekir. Zaman çok hızla aktığından, yıllar tahmin edilemeyecek kadar çabuk geçer. Her çiçekten bal almak çok güzeldir ama dünyada ne arılar biter ne de çiçekler. Nilüferdi, Yasemindi, Güldü, Laleydi derken bir anda Murathan Mungan’ın o ünlü dizeleri vücut bulur; bir akşamüstü kimsecikler olmaz yanınızda, ya da olması gerekenler yanınızdakiler değildir.

Flört ede ede, kendimizi ve evleneceğimiz kişiyi tanıdığımıza göre, sonu olmayacak bir ilişkiyi sırf elektrik, sevgi, inat, takıntı, ya da hırs yüzünden sürdürmek son derece yanlıştır. İlişkiler de bazen her şey anlaşılmış ve limandan demir alma vakti gelmiştir ama insan yukarda saydığımız sebepler yüzünden yapamaz. Bana müsaade diyemez, mücadele eder, ama hiçbir mücadele, olmayacak bir şeyi olduramaz. Bir ilişki zaten kendi akıntısıyla akmıyorsa, içinize bir şeyler sinmiyorsa, siz sadece kaçınılmazı geciktirirsiniz o kadar. Burada yapılacak en doğru hareket, gerekli dersleri alarak temiz bir sayfa açmaktır.

Diyelim ki, New York’a 10 günlük tatile gittiniz ve 10 gün bitti, bavullarınızı aldınız, otelden çıktınız, şehri arkanızda bırakarak, havalimanına geldiniz. Uçağınız sabah 10 da kalkacak ama tam o sırada hava muhalefeti sebebiyle uçuşların ertesi güne ertelendiği haberini aldınız. Şehre geri dönemezsiniz, hiçbir otelde rezervasyonunuz yok, tek çareniz, ya terminalde beklemek ya da havalimanı oteline gitmek. Peki, uçuşunuzun tam bir gün ertelendiği bu durumda tatiliniz mi bir gün uzamıştır yoksa dönüş yolunuz mu bir gün uzamıştır? Maalesef uzayan dönüş yolunuzdur.

İlişkilerde de bu aynen böyledir. Yani ayrılık vaktini uzatmak, beraberliği uzatmak değildir, ayrılık vaktini uzatmaktır. İlişkilerde zaman geçtikçe vites atmak gerekir. Vites atılmayan, bir sonraki adıma geçilmeyen ilişkiler zamanla insanı yormaya başlar. Kişi bu tür sonu gelmeyecek ilişkiler yaşadıkça yorulur, yoruldukça katılaşır, katılaştıkça da zorlaşır. İlişki kurmaya daha az uygun bir ruh haline bürünür. Gerçekleri göremediği için sürdürebilmek adına mücadele ettiği ilişkilerde, kaçınılmaz sonu engelleyemez, neticesinde morali ve psikolojisi bozulur, müesseseye olan inancını yitirir. Böyle durumların yaşanmaması için ya ilişkide zaman geçtikçe vites atmalı, atabilmeli ya da taraflardan biri sebebi ile atılamıyorsa da ayrılık vaktinin geldiği anlaşılmalıdır.


Can Yücel'in "olmuyorsa zorlamayacaksın", mottosunu, "kesinlikle deneyeceksin, ama olmuyorsa zorlamayacaksın" olarak değiştirmek galiba en doğrusu. Önce hayattan ne istediğinizi iyice belirleyip, size bunu kimlerin sunabileceğini düşünmeli ve adımlarınızı ona göre atmalısınız. Siz evlenmeyi düşünürken, karşınızdakinin konuyla alakasının olmaması, ya da siz çocuk sahibi olmayı hayal ederken, karşınızdakinin kariyeri yüzünden çocuk istemediğini söylemesi, size demir alma vaktinin geldiğinin en büyük göstergesidir. O saatten sonra ilişki olduğunu düşünerek yaşadığınız her saat, ayrılık vaktini uzatmaktan başka bir şey değildir.

Bir şeyin olup olamayacağını denemeden bilme imkanımız malesef yok. Tecrübelerimle sabittir ki, bazen hiç tahmin etmeyeceğiniz kişiler, hayattan beklentiler, niyetler ve amaçlar aynıysa sizin için en doğru kişiler olabiliyor. İnsanları kesinlikle tanımaya çalışmamız, ve şans vermemiz lazım. Doğru insanı bulmak için, önce birilerinin de doğru insan diyebileceği biri olmak gerekir. Doğru insanı tanımanız, gereken şansı vermeniz, ve geceleri beraber kalkıp çocuğunuzu pışpışlayacağınız, beraber yaşlanacağınız, yaşlar kemale erse bile el ele yürüyeceğiniz birine, yani hayallerinizdeki hayat arkadaşına kavuşmanız dileğiyle.

Tolga AYKUT

4 Kasım 2011 Cuma

Fill in the blanks...

Yani boşluk doldurmaca... Çok yaptık okul yıllarımızda. Bizim jenerasyondan olan herkes bilir. Hayatımızda da boşluklar olduğunda onu doldurmak isteriz. Alışkanlık işte... Keşke hep iyi şeylerle doldurabilsek... Ama bundan önemlisi, hayatımızda olmasını istedigimiz bir değer buldugumuzda, ona yeterli boşlugu yaratabilmek, zamanı ve ilgiyi verebilmek bence. Bunun için de çok istemek gerekiyor, gerisi bir şekilde çözülüyor... Hayatın her santimetrekaresini de dolu dolu yaşamak bu değil mi zaten...?

Zaman bir düzlem... Herşeyi sırası ile yaşıyor görünsek de, bazen beynimiz bize öyle oyunlar oynar ki, dün akşam ne yediğimizi hatırlamazken, yıllar önceki bir konuşmayı, kokuyu sanki yeni yaşamış gibi hatırlar, hisseder ve o anı yeniden yaşarız. Yani bir çeşit 'zamanda yolculuk' yaparız. Sürekli geçmişle ya da gelecek hayali ile yaşamamak lazım elbette. Ama düşünmeye zaman ayırabildiğimizde ve bu yolculukları biraz kontrollü yapabildiğimizde keyifli hale gelebiliyor.

Zihni kontrol etmek çok kolay değil tabi ama yine de denemesi bile güzel. Farkli sahneler arasında gidip gelirken, gülümseten anlarda “pause” tuşuna basıp, bizi acıtan anlarda ise hızla ileri-geri alabiliriz. Önemli olan, bugünümüzü de, ileride düşündüğümüzde bizi gülümsetecek sahnelerle doldurabilmek... Ve bu zaman düzleminde varoluşumuzdan, kaybolup gidene kadar güzel heyecanlar yaşamak...

124