5 Mart 2012 Pazartesi

The Descendants

Bir yerde sürekli yaşamak ile oraya tatile gitmek arasında ne muazzam bir fark vardır. Bunaltıcı iş temposundan kurtulmak istediğimiz, kafamı çıkarıp bir nefes alayım sonra yine işe güce dalarım dediğimiz anlarda cennet gibi bir yer hayal ederiz. Zamanı durdurup “bir haftalık mola” deyip de gittiğimiz o cennet, şehir ve iş hayatının koşuşturması arasında bize bir vaha gibi gelir. Güzel bir otele yerleşir, ısınmış vücudumuzu jilet gibi gerilmiş serin yatağın üstüne atar, kuştüyü yastığın altına kolumuzu sokup biraz kestirir, ardından bavulları boşaltır ve denize koşarız. Sonra kıyıya çıkıp amaçsızca güneşlenir, bronzlaşır, birbirinden güzel yemekler yer, ağustos böceklerinin sesleri arasında uykuya dalar ve yataktan gerinerek geç kalkarız. Peki ya hayatı hep orada olanlar için, işi orada olmak olanlar için o cennet ne ifade eder?  

George Clooney’in hayat verdiği karakter, Matt King aynı buna benzer bir cümle ile başlıyor hikayesini anlatmaya. Dünyadaki en güzel köşelerden biri olan Hawaii de, işinin gücünün yoğunluğundan, ailesine olan sorumluluklarından, yıllardır surf yapamadığından doğru dürüst bir tatile bile gitmediğinden bahsederek, Hawaii de değil de sanki dünyanın siyah beyaz başka bir yerindeymiş gibi, cennetteki sıkıcı hayatını anlatmaya başlıyor.

Prensipleri yüzünden sıkışmış kalmış, kendini hiçbir zaman bırakıp koyvermemiş, işinde gücünde, dürüst, etik değerlere sahip, iyi niyetli ve ahlaklı bir adam iken ailesinin başına gelen şok edici olay karşısında hayatı ve gerçekleri altüst olan ama kabuk değiştirerek yeni bir yaşama merhaba demeye çalışan bir adam Matt King. İki kızı, ilk başta bocalasa da sonrasında yaşlarına göre şapka çıkartılacak bir olgunlukla geçmiş travmaları ve acıları gömüp ailenin kenetlenmesini sağlıyorlar. Çocukların babalarından, babalarının çocuklarından çok şey öğrendiği ve birlikte olgunlaşılan bu süreçte, geçmişle ve yaşananlarla yüzleştikten sonra nihayetinde affedici olarak, sırtlarındaki yükü boşaltıyorlar ve sevgi, güven ve huzur dolu bir geleceğe göz kırpıyorlar.  

Artist’i seyretmedim ama George Clooney benim gönlümün Oscarını aldı. Matt King’in büyük kızını oynayan Shailene Woodley ise hem yeteneği ile hem de güzelliği ile daha bir çok prodüksiyonda karşımıza çıkacak gibi duruyor. The Descendants, hayat kadar gerçek, içeriğinin tersine pozitif duygular uyandırmaya çalışan, çarpıcı ve düşündürücü bir film. Mekanlar, oyunculuklar çok iyi, hikaye çok sağlam. Muhakkak görmenizi tavsiye ederim.


Tolga AYKUT

1 Mart 2012 Perşembe

Fountainhead

Hürriyet gazetesi yazarlarından Yonca Tokbaş, 29/02/2012 tarihli yazısında kitap hırsızı olduğunu anlatmış. Kitaplara çok meraklı olduğundan, hatta dayanamayıp onları çaldığından ve bu huyuna da mani olamadığından bahsetmiş. Öğrencilik yıllarında da Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinden kitap çaldığı ve yakalandığı bir anısını anlatmış. Yakalanınca da bütün masumluğuyla kendince yaptığı savunmada kurula “Bu kitabı çaldım çünkü; bugüne kadar kimsenin onu okumamış, bir kere bile almamış olması beni çok üzdü. Değerini anlamamışlar gibi geldi. Ben onu o kadar seviyordum ki, iyi bakarım, hakettiği  değeri veririm diye düşündüm” demiş.

Sonra da yazısının ilerleyen kısımlarında okuyucularından hangi kitabı çaldığı tahmin etmelerini istemiş. Bugün 01/03/2012 tarihli yazısında da gelen tahminleri yazmış. Çok yaklaşarak yazarın ismini bilen olmuş ama malesef kitabın ismini bilen çıkmamış. Ben tesadüfen önce bugünkü yazısını okudum, sonra döndüm dünkü yazısını okudum. Eğer ilk yazıyı önce okumuş olsaydım doğru tahmin edeceğimi düşünüyorum, çünkü kitap Ayn Rand’ın Fountainhead adlı romanıymış.

Edebiyat tarihinde çok usta kalemler tarafından yazılmış bir çok ünlü roman var; Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Gustave Flaubert’in Madame Bovary’si, Victor Hugo’nun Sefiller’i, Franz Kafka’nın Dava’sı, James Joyce’un Ulysses’i sayarken ilk akla gelenler. Hepsi de toplumun güçlü ve güçsüz yanlarını, insanların egolarını, benliklerinde yaşadıkları karmaşaları, düşüşlerini ve kalkışlarını anlatan birer başyapıt ama bunların hepsinden farklı olarak benim için çok daha önemli olan bir roman var o da Fountainhead.

Belki biraz iddialı olacak ama ben kitap okuyan kişileri Fountainhead’i okumuş olanlar ve okumamış olanlar diye ikiye ayırırım. Çünkü Fountainhead klişe değildir, kitap okumayı seven insanlara sorduğunuzda ya çoğu bilmez ya da bilenlerin akıllarına gelmez. Aynı Yonca Tokbaş’ın dediği gibi insanların değerini anlamadığı kitaplardan biridir. Dünya klasiklerinin arasında ismi geçmeyecek kadar yeni olduğu için çok bilinmez, ancak okuyup beğenen kişilerin birbirlerine tavsiyesi ile kulaktan kulağa yayılır ama bir kez okuyan da Ayn Rand’ın ne demek istediğini, ne aktarmak istediğini çok iyi anlar, ana karakter Howard Roark’a ve onun dimdik duruşuna sempati ve hayranlık duyar. Kitabın kalın görünüşü belki ilk başta gözünüzü korkutsa da, günümüz dünyasının entrikalarını, insanların tek bir merkezden güdülmelerini ve bütün dizginleri tutan en tepedeki otoriteye yapılan başkaldırışı o kadar güzel bir dille anlatır ki, tahmininizden çok daha kısa süre sonunu getirmiş olursunuz.

Görüşleri ve tarzı yüzünden üniversiteden mezun bile edilmeyen bir mimarın, 1920’lerin New York’un da varolma çabalarını, kimseye boyun eğmemesini, doğru bildiği şeylerden vazgeçmemesini, hiçbir zaman tarzından ödün vermemesini, hayata ve onu zorlaştıran insanlara karşı yılmadan dimdik duruşunu ve sahip olduğu kendine güven sayesinde düşmanlarının bile kendisini kıskanmasını ve hayran kalmasını anlatan Fountainhead, aslında Hollywood tarafından filmi bile yapılmış bir roman.

Ayn Rand, günümüzde kişisel gelişim kitaplarında bahsedilen fikir, strateji, hal ve tavırları neredeyse 50 sene evvel kitabında bahsetmiş. Dünya değişiyor gibi gözükse de, aslında insanlar değişmediğinden o günkü tablodan çok da farklı bir tablo yok önümüzde. O sebeple Fountainhead, önemli bir edebiyat başyapıtı olmasının haricinde bir başucu kitabı olarak da görülebilir.

Kitap ile ilgili en güzel yorumlardan biri, kitabın Türkiye’deki dağıtımını yapan Plato yayınlarının sahibi Sinan Çetin tarafından yapılmış yorumdur.  Aynen aktarıyorum;

“Elinizdeki bu kitap, dünyanın "fedakarlık tüccarları" tarafından yok edilmemesi için bir AKIL KALKANIDIR. Bu kitap herkesin saldırdığı yapayalnız ben kavramının yeryüzündeki en iyi savunucusudur ve kalabalıklara karşı duran yaratıcılara verilmiş bir ödüldür. Aklın ve mantığın yolunu izlemek isteyen herkese bu rehberi takdim etmekten onur duyuyorum.”

Yonca Tokbaş’ın üniversite kütüphanesinden çaldığı dönemde, kitabın Türkiye’deki kitapçıların raflarını süslemiyor olması, onun için haklı bir mazeret sayılabilir, ama şu an Plato yayınları tarafından nerdeyse 15 yıldır bütün önemli kitapçıların raflarında sizin uzanıp almanızı beklerken, sizin herhangi bir mazeretiniz olamaz.
İyi okumalar.


Tolga AYKUT