31 Ekim 2011 Pazartesi

Yeni bir nefes.

Bugünden itibaren, zekasına, tecrübelerine ve dünya görüşüne güvendiğim bir arkadaşımın kısa kısa yazılarını da ara ara blogumdan yayınlayacağım. Kendisi isminin bilinmesini istemediği için, yazılarını 124 takma adıyla paylaşacağım. Yazıların hiç biri, bir tartışma yaratmak ya da bir ders vermek amacıyla yazılmış yazılar değil, sadece yazan kişinin o anki deneyimlerini ve duygularını yansıtıyor. Bu sebeple bu kısa yazıların sizi anlık düşüncelere daldıracağını ve okuyanların kendilerinden bişeyler bulacağına inanıyorum. Keyifli okumalar.

Değiştirmek

Bu konuyla ilgili genellikle su soru sorulur: “hayatında neyi değiştirmek isterdin?”. Cevaplar bir kaç saniye düşünerek verilir; ev, iş, okul, araba, sevgili, ülke...ve böyle gider.

Bu soru ve cevapları çoğunlukla çözüm getirmez. Ben bu sorunun tersini sordum kendime 'bir an için, geçmişinle ilgili herşeyin ama herşeyin değişecegini düşün. Neleri aynen birakmak isterdin?'. Soruyu ciddiye alarak düşününce bir panik duygusu sardı beni, “aman Allahim! Neleri kurtarabilirim öncelikle, unuttugum birşey olmasın sakın!” diye. Sonra saymaya başladim tek tek. Öncelikle aklıma gelenler, benim için kalıcı olan güzelliklerdi, beni ben yapan annem-babam, bugünkü işimi yapabildiğim için okulum ve kişisel gelişimim, beni pek çok yönden geliştiren spor ve ondan kalan güzel anıları simgeleyen kupalar, seçtigim dostlar... Bir de kalıcı olmayan ama geçmişe dönüp baktığımda beni gülümseten olaylar, anılar, o anda hırslanıp üzüldüğüm ama sonucunda kendi yararıma dönüşmüş durumlar... İşte bunları değiştirmek istemezdim. Ve değişmesi de imkansız. Bu bana garip bir rahatlik verdi. Sahip olduklarımızdan fazlasını istemek hem gelişimi sağlıyor hem de bizi açgözlü yapıyor. Bu arada sahip olduklarımızı unutuyor veya kırıp döküyoruz en başta kendimiz olmak üzere... Sahip çıkmamız gereken aslında en başta kendimiz...

124

28 Ekim 2011 Cuma

Kafa değişmemiş, değişmez de.

Bir önceki yazımda, deprem felaketine devletin nasıl müdahele etmesi gerektiğinden uzun uzun bahsetmiş, deprem vergisi diye toplanan paraların nerelere ve nasıl harcanması gerektiğini detaylandırmıştım. Ben bu yazıyı tamamladıktan sonra hükümet, ÖTV adı altında toplanan, deprem vergilerinin 46-48 milyar TL olduğunu ve nerelere harcandığını açıkladı ve biz anladık ki duble yollar, sağlık harcamaları ve eğitim harcamaları adı altında bu paralar harcanmış ve bitmiş. Peki şimdi ben merak ediyorum; 17 Ağustos 1999 depremini yaşamasaydık, ve böyle bir vergi konmuş olmasaydı, biz eğitimsiz, sağlıksız ve duble yolsuz bir hayat mı geçirecektik? Yani çocuklarımızın eğitim alma ve hastalarımızın tedavi görme sebebi, 1999 depremi midir? Hükümet kendi ağzıyla açıkladı, bir yılda sağlığa harcanan para 46 milyar TL. Peki madem biz 12 senede topladığımız parayı, bir yıllık sağlık harcamamıza harcıyoruz, o zaman ödenen SSK primleri nereye gidiyor? Bu sorular ve malesef cevapları da, karşınızda işleri demagoji olan milletvekilleri olduğu için böyle uzar gider.

Milletvekilliği bir meslek midir adlı yazımda bahsettiğim gibi, kim gelse sorun değişmeyecektir, çünkü sistem buna müsade etmemektedir. Yatırım yaparak, para harcayarak, işini gücünü bırakarak milletvekili olmuş kişi, sahip olduğu gücü elinde tutmak için, şartları kendi lehine, kendine oy sağlayacak şekilde ve kendi yerini perçinleyecek şekilde kullanacaktır.

Hükümet politikaları bütçe ile hayata geçirilir. Devlet, bir yürütme yılı içinde yapacağı tüm yatırımların ve harcamaların, bir sene öncesinden bütçesini yapar. Bu bütçe içerisinde, eğitime, sağlığa , ulaşıma, savunma sanayine ve daha bir çok kaleme ne kadar harcama yapacağını belirler. Potansiyel gelirlerini çıkarır ve gider kalemlerini de bu gelirlere göre dengeler. Tabi ki zaman zaman bu bütçede şaşmalar olur, evdeki hesap çarşıya uymaz ama bu uyumsuzluk başka bir sebep için toplanmaya başlanmış bir vergiyi bu işler için kullanmayı gerektirmez.  Devlet burada deprem için toplanan vergiyi, olası bir deprem için hazır bulundurmalıydı. Bir evvelki yazımda bahsettiğim gibi, deprem beklenen bölgelerde, afet koordinasyon merkezlerine yatırımlar yapmalıydı ve depreme hazırlıklı olmalıydı. Bir ailede elektrik faturasının ödenmesi için verilen para, telefon faturasının ödenmesine kullanılıra, bir süre sonra o ailenin elektrikleri kesilir. Türkiye'nin de Van depreminde elektriği kesilmiştir, vatandaşlardan toplanan para ve yardımlar da, eve komşudan kaçak hat çekmekten başka bir şeye benzememektedir.

Not: Dask adı altında toplanan paralar ne oldu, onları soramıyoruz bile :)

27 Ekim 2011 Perşembe

Kafa değişmedikçe, sonuçlar değişmez.

Felaketler, aksilikler bir başladı mı, ardı arkası kesilmez. Kader, düşene de bir tekme sen vuracaksın der gibi, bütün terslikleri arka arkaya yollar. Sanki, “beni yıkamayan beni güçlendirir” diyen felaketzedeye, “yıkılmıyor musun? Bir de bunu gör bakalım” der gibidir. Daha geçen hafta bir terör baskınına şehit verdiğimiz gençlerimize üzüldüğümüz yetmiyormuş gibi, bu sefer 7.2 'lik bir deprem ile sarsıldık. Türkiye 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, bu tür depremleri ruhen ve fikren kanıksadı, artık memleketin herhangi bir yerinde deprem olduğunda şoke olmuyoruz, sadece üzülüyoruz ve süratle kenetlenerek yardım elini uzatmaya çalışıyoruz. Van depreminde de yine aynı şekilde ülke, din, dil, ırk gözetmeksizin tek vücut oldu ve Van'a yardım elini uzatmak için çalışmalara başladı.

Her ne kadar kendi içimizde kavga gürültü kıyamet eksik olmasa da, bu tür felaket durumlarında bunları geçici olarak unutup, elimizden geldiğince gereken hassasiyeti göstermeye çalışıyoruz. Gelişen teknoloji ve medya yardımıyla, dünyada yaşanan afetler tüm dünya ülkelerinden izlenebildiği için de sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları değil, tüm dünya yardım elini uzatıyor. Zaten buraya kadar bir sorun yok. Sorun bundan öncesinde ve burdan sonrasında var malesef. Afet durumlarında, insanların yardıma koşmaları ve maddi manevi ellerinden geleni yapmaya çalışmaları zaten insanlığın gerektirdiği bir şey ama bu yardımların ihtiyaç sahiplerinin eline yeteri kadar geçip geçmediği yardımların kendisinden çok ama çok daha önemli.

Televizyonlarda yapılan yardım programlarında 62 milyon TL para toplandı. Sanatçılar, geliri depremzedelere gönderilmek üzere konserler veriyorlar. Üç büyük gsm operatörü ve bir çok belediye vatandaşlardan topladıkları yardımları, tırlar ve uçaklarla deprem bölgesine gönderdi. Kızılay deprem çadırlarını ve gerekli malzemeleri tırlarla evlerini kaybeden vatandaşlara ulaştırmaya çalıştı. Buraya kadar üstün iyiniyet ile yapılan çalışmalar insanın gözlerini yaşartacak boyutta olsa da, bu yardımların bir çoğunun ihtiyaç sahibine doğru dürüst ulaşmıyor olması, ülke olarak patinaj yaptığımızın en büyük göstergesi. Bir ayağımız gazda sonuna kadar köklüyoruz ama diğer ayağımız frende olduğumuz için hem benzin harcıyor, hem lastikleri eritiyor, hem de bir adım ileriye gidemiyoruz. Tozu dumana katmamız ise cabası.

Konuyu en baştan ele almak gerekirse, 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, olası deprem felaketlerinde kullanılmak üzere, halktan alınmaya başlanan ÖTV, kurulan deprem fonuna aktarıldı ve boyutu 40 milyar TL ye ulaştı. Şimdi Türkiye vatandaşları, zaten 12 yıldır olması beklenen bir deprem için gereken yardımı peşin peşin yapmışken, şimdi bu yapılan yardımları neyin yardımıdır? Doğrusu, devletin, 40 milyar TL içinden, Van'ın yeniden inşası için bir pay ayırması, ve TOKİ müteahhitlerine, şehrin tamamını maliyetine yeniden inşa ettirmesidir. Ayrıca ülke toprakları içinde fay hatlarının yerleri ve olası deprem beklenen bölgeler bellidir. Bu bölgelerde, beklenen deprem için büyük ve her an tetikte olan afet koordinasyon merkezleri olması gerekir. Bu afet koordinasyon merkezlerinde, bölge halkına yetecek kadar çadır ve prebarik yapı, demonte şekilde bulunmalıdır. Afet koordinasyon merkezi, deprem olduktan sonra, çadırkentin kurulacağı yeri daha önceden belirlediği için, süratle bölgeye ulaşan konusunda tecrübeli elemanlarla 2-3 günde çadırkenti kurmalı, prefabrik yapıları monte ederek de sağlık, eğitim, ve diğer kamu binalarını çalışır hale getirmelidir. Afet koordinasyon merkezleri sayesinde devlet, uydu görüntüleri yardımıyla bölge bölge yıkılan evleri tespit eder ve muhtarlıklar sayesinde yıkılan evlerin sakinlerine ulaşır ve aileleri, büyüklüklerine göre çadırkente taşır.

Devlet bu tür afetler için, önceden dağıtım ağları kuvvetli olan gıda ve tekstil devleri ile işbirliğine varmalı ve afet olduktan sonra deprem fonunda bulunan bütçeden yararlanarak bölgeye gereken gıda ve giyecekler yollamalıdır. Vatandaşların iyi niyetleri ile yollanan gofretler, kışlık kıyafet temizliği yapmak amacıyla yollanan bikiniler, eskimiş kıyafetler ya da koca koca insanlara yollanan çocuk bezleri hem hiçbir işe yaramaz, hem de moral vereceğine demoralize eder.

Halkın yaşanan felakete derin üzüntü duyarak elinden gelen yardımı yapma çabası her ne kadar takdire şayan ise de, planlı programlı bir devlet yardımının yanında beyhudedir. Yardım kamyonları yağmalanır, gönderilen erzakların ve toplanan paraların, ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığıdan şüphe edilir. Yardım, disiplinli, programlı ve en büyük otorite tarafından yapılmalıdır. Bunun haricinde yapılan yardımlar vicdan rahatlatma amacıyla yapılır ve tabanca ile sinek öldürmeye benzer. Kurşunlardan elbet birisi sineğe isabet eder ama bunun için bir şarjör boşaltmanın gereği yoktur.

Özetlemek gerekirse, devlet, 12 senedir ÖTV vergileri ile oluşturulan deprem fonunda bulunan 40 milyar TL'yi başka konular için değil, deprem konusu için harcamalı ve fay hatları geçen, olası deprem bölgelerinde teoride değil, pratikte işlevi olan afet koordinasyon merkezleri kurmalıdır. Bu merkezlerde bölge halkının nüfusuna uygun çadırlar hazır tutulmalı ve her türlü uydu görüntülerine ulaşacak kapasitede bilgisayar ve network teknik altyapısı bulunmalı ve deprem sırasında yıkıntı altında kalan afetzedelere yardım edecek, iş makinaları ve özel aletler hazır tutulmalıdır. Ayrıca devlet, önceden bu tür durumlarda tek bir yerden, kontrollü yardımı iletecek gıda ve tekstil devleri ile işbirliği içinde olmalı, afet sonrası gereken ihtiyaçlar, sağdan soldan bulunan kutularla karman çorman değil, gönderilen erzakları en iyi şekilde koruyacak üretici firmaların kendi kolileriyle ve belli bir düzen içinde olmalıdır. Ayrıca devlet, bu fon yardımıyla işini gücünü kaybeden, eve ekmek götüremeyecek durumda olan ailelere de geçici olarak işsizlik maaşı ödemeli, bölge eski günlerine geri dönene kadar devletin eli, fonda toplanan para ile afetzedelerin üstünde olmalıdır.

Oniki senedir yapılan tek şey, fonun kurulması ve paranın toplanmasıdır. Bu para hiç toplanmamış olsaydı da, şu an Van'ın durumunda bir değişiklik olacakmıydı? Görünen o ki HAYIR. Bu şartlar altında Türk insanının yardımseverliğine şükretmekten başka bir çaresi kalmıyor insanın.

21 Ekim 2011 Cuma

30 Yıldır aynı hikaye

Bu hafta yaşadığımız, tüm Türkiye'yi derinden yaralayan ve 24 gencimizin  hayatını  kaybetmesi ile 18  gencimizin yaralanması ile sonuçlanan terör olayı ile ilgili sosyal ağlarda, internet sitelerinde, yazılı basında, radyo ve televizyonlarda bir sürü yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı, demeçler verildi, kinler kusuldu. Ben de kendi adıma iki satır bişiler yazıp, 30 yıldır bitmeyen sorunu kendi açımdan yorumlamak ve farklı bakış açıları getirmek istedim.

1984 senesinde Eruh baskını ile başlayan terör, nerdeyse 30 senedir hiç değişmeden devam ediyor. 30 senedir, iktidardaki başbakanlar, muhalefet liderleri, generlkurmay başkanları, teröre lanet okuyorlar, bıçak kemiğe dayandı diyorlar, cezalarını çekecekler diyorlar, artık bu işi bitiriyoruz diyorlar falan filan. İnsan hafızası acı hatıraları zamanla unuttuğu ve ateş düştüğü yeri yaktığı için, biz her seferinde unutuyoruz ama 30 senedir ne yapıldıysa yapılsın, ne edildiyse edilsin yine de bu iş malesef çözülemedi. Herkes kendi iktidarında bir şeyler yapmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Demek ki bugüne kadar yapılmamış bazı işleri yapmak ve yeni stratejileri hayata geçirmek gerekiyor. Yirmili yaşlarda, doğru düzgün savaş eğitimi görmemiş gencecik çocukların savaşmasıyla, kanla, topla, tüfekle bu işin olmayacağı aşikar. Olsaydı bugüne kadar 50 kere olurdu. Yeni bir düşünce içerisinde olup, işi kökünden çözecek adımlar atmak ve bunun içinde aslında çok bariz olup kimsenin görmediği bir durumu görmek gerekiyor.

PKK denen terör örgütü, kürt vatandaşlarının yaşadığı köy ve kentlerden kendisine asker buluyor. Bu militanlar ya sınır ötesine geçip, Kandil ya da benzeri kamplarda eğitim görüp, yaşıyorlar, ya da zaten TC topraklarında yaşadıkları köylerde ya da kentlerde gündüz gezip tozup akşam dağa çıkmak kaydıyla militan oluyorlar. Sınır ötesine geçip, orada yaşayıp, terör yaratmak için TC topraklarına gelen militanları ele alırsak şunu diyebiliriz ki; bir kere, iki ülkeyi birbirinden ayıran sınır denilen hat, çift taraflı korunması gereken bir yerdir. Sınırın bir tarafında TC ye ait karakollar var iken, diğer tarafında komşu devlet kimse ona ait karakolların olması gerekir. Sizin komşu devletiniz eğer sınırlarını düzgün denetleyen ve kendi toprakları içinde tam kontrole sahip bir ülkeyse zaten o ülkeden sizin tarafa kimse elini kolunu sallayarak geçemez. İran, bu konuya verilecek en güzel örnektir. PKK örgütü, İran tarafından sınırı geçip baskın yapamamıştır. Çünkü sınırın diğer tarafını, İran çok güzel bir şekilde kontrol etmektedir. Hatta kendi ülkesinde PKK nın diğer bir kolu kabul edilen PJAK ile savaşmakta ve nefes bile aldırmamaktadır.  Sınır ihlali, hala doğru düzgün bir devlet olamamış, Irak'tan ve zaten kendi eliyle PKK yı beslediği herkesçe bilinen Suriye'den olmaktadır. Bu konuyla ilgili yapılacak şey çok basittir; PKK 'yı değil, Irak ve Suriye'yi muhatap almak gerekir. Onlara, kendi topraklarınızda barınan PKK adlı terör örgütünü siz yok etmezseniz ben size savaş açıcam, çünkü siz bana zarar veren bir örgütü besliyorsunuz demek gerekir. Bu işi savaşarak çözmenin bundan başka yolu yoktur.

Sınır ötesine geçmeyip, zaten TC topraklarında yaşayıp, gündüzleri kahvelerde pinekleyip, aylaklık edip, akşamları dağa çıkan militanlar için de yapılacak şey basittir. Kimse anasının karnından militan olarak doğmaz, işsizlik, güçsüzlük, cahillik gibi sebepler insanların kolay kandırılmalarına sebep olur. Bütün gün boş boş oturan ve herhangi bir vizyona sahip olmayan gençler bir süre sonra üç kuruş para için, ya da boş kalmış kafa ile kolayca dolduruşa getirildiklerinden ya da sıkıntıdan, belki de zorla, bir anda kendilerini örgütte bulurlar. Halbuki eğitim görmüş, iş bulmuş, refahı artmış, ekonomik seviyesi yükselmiş bir birey, hele kapitalizmin olmazsa olmazları ile tanışmış, hep daha fazlasına ihtiyaç duymaya başlamış bir birey, hiç bir şekilde işini gücünü bırakıp, dağa çıkıp, o sefaleti yaşamak istemez. Bütün gün işiyle gücü ile uğraştığından, akşam evine yorgun argın gelip, iki lokma yemeğini yer ve uyur. Boş bir kafa şeytanın çalışma odasıdır, ama meşgul beyinlerin boş işlerle uğraşacak zamanları yoktur.

Terör nerdeyse 30 yıldır, güneydoğuyu vuruyor. Bu zaman zarfında 30 bin asker şehit oldu, en az 50 bin TC vatandaşı genç de, işsiz güçsüz olduğu için vaatler ve boş ideallerle kandırıldı, örgüte katıldı ve can verdi. Bu ülke, her iki taraftan 80 binden fazla vatandaşını, hiç biryere varmayan ve varmayacak olan, sadece silah tüccarları ile bölgede karışıklık isteyen derin devletlerin tetiklediği bir savaşa kurban verdi. Eğer 30 sene öncesinde bu olaylar başladığında, doğuya yatırım yapılsaydı oradaki gençler terör örgütüne katılmayacak, Türk ordusunun gencecik askerleri şehit olmayacaklardı.

Bu meselenin malesef başka türlü çözüm yolu yoktur. Karnı doyan, ekonomik olarak refah seviyesine ulaşmış bireyler, otoriteye karşı baş kaldırmazlar. TC nin batısının sahip olduğu refaha, doğusunun da sahip olması durumunda, PKK nın en önemli asker bulma kaynağı elinden alınmış olacaktır. 30 senede, savunma sanayi ve PKK ile savaşa harcanan paralar ile çok rahat doğu illerimize yatırımlar yapılabilir ve oralar batı illerimiz seviyesine getirilebilinirdi. Hiç bir şey için geç kalınmış değildir. Tüm dünyanın ekonomik krizde yara aldığı bir ortamı, benzer krizi daha evvel yaşayıp, dersler çıkardığı için yaşamayan bir Türkiye, doğu illerine yatırım yapabilecek güçtedir. Bir diğer taraftan Irak ve Suriye, tek muhatap olarak ele alınmalıdır. Arap baharı sebebiyle gergin olduğumuz Suriye'ye tazyik yaparak, Irak ile de Barzani cephesine bastırılarak bu iş çözülür.

Şimdi, bütün bu yazdıklarımın bu kadar zamandır sadece benim aklıma mı geldiğini düşünüyorsanız, büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. 30 senedir iktidar olmuş hükümetlerin danışmanları ve stratejistleri bu ve bunlara benzer stratejileri eminim 50 kere düşünmüşlerdir. Bazı sebeplerden yapmak istememiş olabilirler, ama artık günümüzde gelinen durum korkutucudur, O zamanlar yapılması uygun görülmediyse de bugünler de muhakkak uygulanmalıdır. Aksi takdirde otoritelerin samimiyetlerinden şüphe edilecek ve bunun vebali ilerde çok daha ağır olacaktır.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Milletvekilliği bir meslek midir ?

Lidya’lıların parayı mübadele aracı olarak kullanmaya başlamasından önce insanoğlu ürettiği mal ya da hizmeti, bir başkası tarafından üretilen mal veya hizmetlerle takas ederek ihtiyaçlarını gideriyor ya da geçimini sağlıyordu. Lidyalıların parayı bulmaları sadece bu takas işini kolaylaştırmakla kalmamış, aynı zamanda insanların ilerleyen yüzyıllarda teknolojinin de gelişmesiyle farklı meslekleri yapar hale gelmesine olanak sağlamıştır. Yüzyılların geçmesi ile daha önceleri üretici yani işinin patronu olan insan, zamanla patron olma lüksünü kaybetmiş ve ücret karşılığı çalışan haline gelmiştir. Bu değişim özellikle sanayi devriminden sonra hız kazanmış, git gide daha çok insan patronluktan, ücretli çalışan sınıfına dönüşmüştür. Kısaca özetlemek gerekirse eski çağlarda dünya nüfusunun % 80’i toprak sahibi başka bir anlamda işinin sahibi iken, 21. yüzyılda bu nüfusun % 90’ı ücretli olarak bir başkasının yanında çalışır hale gelmiştir.

Bu değişimlerin sonucunda patronlar; büyük kitlelere istihdam sağladıkları için sadece parasal anlamda zenginleşmediler, aynı zamanda birçok kişinin istikbalini ellerinde tuttukları için güç sahibi de oldular. Zamanla güç sahibi olmak, para sahibi olmanın bile önüne geçti. Para sahibi olmak her zaman gücü getirmiyordu ama güç sahibi olmak, para sahibi olmayı çoğu zaman mümkün kılıyordu. Koltuk sevdası işte böyle bir güç sarhoşluğunun sonucu oluşan bir sevdaydı ve gurur - onur denen erdemleri zamanla belleklerden götürmüştü.

Milletvekilliği günümüz dünyasının koltuk sevdasına verilecek en güzel örneklerinden biridir. On dairelik bir apartmanda yönetici olmamak için bin takla atan insanımız, konu 75 milyonu yönetmek olunca bu işe ömrünü adar, işini gücünü bırakır, ailesini ihmal eder. Hatta yüz lira borç isteseniz yüzünüze ters ters bakacak iken, size hizmet aşkıyla yanıp tutuştuğundan olsa gerek, aday olabilmek için seçim kampanyalarında milyonlarca lira para harcar. Peki, bu kadar mı çok sevdalıdır bize hizmet için? Bütün bir ulusun vebali söz konusuyken, bilgisine ve tecrübesine bu kadar mı çok güvenir? Milletin vekili, yani milletin hakkını koruyan, olmak için kendini bu kadar mı yeterli görür? Yoksa milletine ve devletine hizmet etmek için kendi işini gücünü bırakırken, hatta halkın büyük bir çoğunluğu için servet sayılacak paraları sırf aday olabilmek için harcarken, başka hesaplar mı yapmaktadır?

Milletvekilleri, şehir bazında aday olarak gösterilirler ve o şehirde ikamet eden seçmenler tarafından kendilerini mecliste temsil etmeleri için seçilirler. İstanbul ilinin milletvekilleri, Ankara ilinin milletvekilleri, ya da Artvin ilinin milletvekilleri başka bir değişle 81 ilin milletvekili, Türkiye Büyük Millet Meclisinde seçildikleri şehrin halkının hakkını koruyacak şekilde çalışmalar yaparlar. Daha doğrusu olması gereken budur. Peki, kaçımız yaşadığımız şehirdeki milletvekili adaylarını tanırız ya da biliriz? Kaçımız adayların, seçildikleri takdirde bizim adımıza mecliste ne yapacağını biliyoruz? Ya da kaçımız seçtiğimiz milletvekilinin, hakkımızı koruyup korumadığının takibini yapıyoruz ve ona göre bir diğer seçim döneminde oyumuzu belirliyoruz? Cevap tabi ki çok basit HİÇBİRİMİZ.  Çünkü biz, tüme varan değil tümden gelen bir felsefe ile bizi yönetecek kişileri seçiyoruz ve milletvekillerine değil aslında partilere oy veriyoruz. Bu sebeple milletvekilleri aslında çok rahatlar. Halkın onlara değil de, siyasetini benimsedikleri partilere oy veriyor olması, onların üzerinden çok büyük bir yükü kaldırıyor. Geriye sadece ceylan derisi koltuklar üzerinde güzelce uyumak ya da gerektiğinde parti kararı doğrultusunda düğmeye basmak suretiyle oy vermek ve en önemlisi milletvekili olmanın getirdiği gücün tadına varmak kalıyor. Bu güce karşı öyle büyük bir arzu duyuluyor ki, idealler doğrultusunda halka daha iyi hizmet vermenin değil, milletvekilliğinin gücüne erişmenin hayallerini kuran aday, sırf milletvekili olabilmek adına ideallerinden vazgeçip sol partiden sağ partiye bile geçiş yapılabiliyor.

Milletvekili olabilmek adına işini gücünü bırakan, ailesinin geçimini ihmal eden ve kampanyalarda milyonlarca lira para harcayan birisi bütün bu özveriyi niçin yapar? Aslında olay sadece bir sektör değişimidir. Kişi, milletvekili adayı olarak işini ve yatırımlarını başka bir alana kaydırmıştır. Milletvekili seçildiği andan itibaren, ömür boyu kendisinin ve ailesinin sağlık harcamaları ücretsizdir.  Kendisine tahsis edilen muhteşem lojman ve sahip olduğu birçok ödeneğin haricinde, sıradan çalışanlar gibi seneler sonra değil, iki sene içerisinde emekli olma hakkı kazanır ve ülke standartlarının çok üstünde emekli maaşa sahip olur. Milletvekilleri arasında, 4 dönem üst üste vekillik yapıp, aldığı maaşların toplamı 1 milyon Amerikan dolarının üzerine çıkmış birçok vekil vardır da; hiç sivil hayatında esnaf, işçi, düz memur ya da emekli olanı yoktur.

Milletvekilliğinin gücünün en büyük göstergelerinden biri de tabi ki dokunulmazlık hakkıdır. Bu güç öyle baş döndürücü bir güçtür ki, her milletvekili adayı, dokunulmazlıkların kaldırılması gerektiğini ve mecliste onun için savaşacağını söyleyerek aday olur ama mecliste yemini ettikten sonra halka ettiği yemini unutur.

Yukarda anlatılan avantajları yüzünden kimse milletvekilliğinden vazgeçmek istemez. Zaten derdi tasası olmadığından ve rahatça icra edildiğinden kişiyi yormaz, yıpratmaz. Bu sebeple zaman içerisinde meslek haline gelmiştir. Öyle ki gençler, bir an önce iş hayatına atılıp, çalışıp çabalayıp, ekmek parası kazanmak yerine partilerin gençlik kollarında zaman geçirmekte ve bir gün milletvekili olmanın hayalini kurmaktadırlar. Partilerin gençlik kolları, milletvekilliği için meslek lisesi kıvamında yerlerdir. Oralarda başarılı olan gençler, partide yükselirler ve daha çok sorumluluk almaya başlarlar. En az Serengeti bozkırlarındaki kadar vahşi olan rekabetten, kurnazlığı, cambazlığı, işbilirliği ile sıyrılanlar, gelecekte kan değişimi gerektiğinde aday adayı olarak kullanılmak üzere bir kenara not edilirler. Yine de bu gençlerin çok azı bu mesleği yapma şerefine nail olabilir, çünkü seçim dönemlerinde para harcayan bir iş adamı, hiçbir eğitimi ve vizyonu olmamasına ve hiçbir şeyden anlamamasına rağmen sırf popüler olduğu için bir sporcu ya da sanatçı, ya da bir toprak ağası, çoğu zaman onların önüne geçer.

İşte bütün bu anlatılan sebepler yüzünden, iktidar kim olursa olsun, meclis hangi partinin milletvekillerinden oluşursa oluşsun; her zaman kendi menfaatleri, halkın menfaatlerinin önüne geçecektir. Bu, günümüz dünyasındaki vahşi kapitalizmin, amatör ruhu öldürmesinin bir sonucudur. Pek yakında bu amatör ruhun kaybolmasıyla sporun ve sanatın da ne hallere düştüğünü buradan irdeleyeceğiz.

Sevgiler.

2 Ekim 2011 Pazar

Midnight in Paris

Aslında Woody Allen filmlerini çok severim. Bir iki tanesi hariç hemen hemen hepsi hedefi onikiden vurmuş filmlerdir. Woody Allen filmleri, hem insana çok keyif verir, hem de ciddi anlamda düşündürerek değişik bakış açıları sunar. Kendi kendinize düşündüğünüz sorulara yanıtlar verir, ya da hislerinize tercüman olur. Hikaye bulmakta zorlanan ve işi, Deep Impact - Armageddon, Friends with Benefits - No Strings Attached, The New World - Avatar gibi aynı konunun farklı versiyonlarını ya da Three Musketeers, Spider Man, King Arthur, Robin Hood gibi aynı kahramanların farklı farklı hikayelerini işleyerek kotarmaya çalışan günümüz Hollywood'unda Woody Allen filmleri, hayatın ta kendisidir ve herkes hikayelerinde kendinden bişiler bulur.

Midnight in Paris filmi de benim kendimden bişiler bulduğum filmlerinden biriydi. Owen Wilson ile Rachel McAdams nişanlıdırlar ve Rachel McAdams'ın babasının işi sebebiyle Paris'te kısa bir tatil yapmaktadırlar. Dışardan çok mutlu ve birbirleri için yaratılmış gibi görünen ikili, aslında kağıt üzerinde birbirlerinin check listine uydukları için nişanlanmışlardır. Rachel McAdams, gezmekten, dansa gitmekten, pahalı alışverişler yapmaktan keyif alırken; Owen Wilson, daha manevi değerlere bağlı bir adamdır. Geçmişte hayatın çok daha güzel, insanların çok daha iyi olduklarını düşündüğünden geçmişe özlem duymaktadır. Paris seyahati sırasında Monet'nin resim yaptığı yerleri dolaşmış, şehre aşık olmuş, şehrin 20 yy başlarındaki halini düşünmüş ve içten içe Paris'te yaşamayı hayal eder olmuştur, hatta yazdığı kitabında bir nostalji dükkanında çalışan bir adamın hikayesini işlemektedir.

Bütün bu anlatılanlardan dolayı, Rachel McAdams'ın bir eşten beklentileri ile Owen Wilson'un alakası yoktur ve aynı durum Owen Wilson için de geçerlidir, ama Rachel McAdams'ın çok güzel olması ve Owen Wilson'ın ise Hollywoodun iyi kazanan senaristlerinden biri olması ilişkilerini götüren iki etmendir. Film burada aslında daha sonra değineceğim esas mesaja göre nisbeten daha önemsiz olan ilk mesajını veriyor; check listiniz, evlilik için yeter koşullar sağlamaz ama malesef günümüzde ilişkilerin başlamasını sağlayan en önemli sebeplerin başında kadının güzel, erkeğin zengin olması geliyor. Çiftler arası uyum ve hayattan beklentiler daha sonra devreye giriyor ve ilişkiler malesef çok kısa sürüyor. Neyse ki, Woody Allen akıllı ve hayat tecrübesine sahip insanların zaten bildikleri bu konu hakkında film yapmayacak kadar aşmış bir adam, onun filmi yapmasının esas sebebi daha sonra verdiği mesaj.

Paris tatili devam ettikçe, Rachel McAdams, eskiden flört ettiği Michael Sheen'e rastlıyor. Michael Sheen, entellektüel ve ukala bir adam. Her konu hakkında doğru - yanlış bişiler söylemesi, dünyası alışveriş yapmak üzerine kurulu olan Rachel McAdams'ı bir kez daha etkiliyor ve ikili Owen Wilson'a rağmen tekrar flörtleşmeye başlıyorlar. Owen Wilson ise zaten nişanlısından ve ailesinden sıkılmış olduğundan tüm vaktini yazmakta olduğu kitaba ayırıyor ve bir gece Rachel McAdams ve Michael Sheen ile dansa gitmek istemeyip, otele yürüyerek dönmeye çalışıyor ve hayatını değiştiren tecrübeyi yaşamaya başlıyor. Oteli aramaktan yorulduğu bir anda bir sokak merdiveninde otururken yakındaki kilisenin çanının gece 12 yi vurmasıyla eski klasik bir araba yanında duruyor ve içerisindeki kızlı erkekli grubun ısrarlarına dayanamayarak arabaya biniyor. Araba bir süre sonra grubu bir partiye getiriyor. Owen Wilson partide sağa sola gülümserken ve nerede olduğunu anlamaya çalışırken, birden Cole Porter'ın müziğini duyuyor ve sahnede gerçekten onu görünce küçük dilini yutacak gibi oluyor. Daha sonra sırasıyla, The Great Gatsby ve Curious Case of Benjamin Button gibi filmlere konu olmuş romanlarıyla, 20 yy'ın en büyük Amerikalı yazarlarından biri olarak kabul edilen Scott Fitzgerald ve onun ilham kaynağı eşi Zelda Fitzgerald ile tanışıyor. İkili ile sohbet ederken, yanlarına ünlü yazar Ernest Hemingway geliyor ve Owen Wilson tabiri caizse beyinsel bir orgazm yaşıyor. Heyecanla sohbete dalıp, onlara yazdığı kitaptan bahsedip, dünyanın o andaki en büyük yazarlarından fikir almak isterken, Hemingway kendisine fikir veremeyeceğini ama isterse yazdığı romanı, dönemin ünlü şairi, yazarı ve sanat koleksiyoncusu olan Gertrude Stein'e okutabileceğini söylüyor. Beraber Gertrude Stein'in evine gidiyorlar ve Owen Wilson orada Pablo Picasso ve sevgilisi Adriana (Marion Cottilard) ile tanışıyor. İşte o an Owen Wilson'un tarihte ilk çoklu orgazm yaşayan erkek olarak tarihe geçtiği an oluyor.

Owen Wilson daha sonra günlerini, sıkıcı sevgilisi Rachel McAdams'tan ve ukala Michael Sheen'den kaçarak Gertrude Stein'ın fikirleri doğrultusunda romanını değiştirerek; gecelerini ise, 1920 lerin Paris'inde hayranı olduğu yazar, şair ve ressamlarla sohbet ederek geçirmeye başlar. Gündüzler artık onun için gecelere ulaşmak için birer amaçtır. Her gece aynı sokak merdivenine gider, çanın çalmasını bekler ve gelen klasik Peugeot ile 1920 lerin Paris'ine gider. İlerleyen gecelerde Salvador Dali, Henri Matisse, ve defalarca Cannes'da ödül almış gelmiş geçmiş en iyi sürrealist sinemacı sayılan Altın Çağ ile Catherine Denevue'ün oynadığı Belle de Jour gibi filmlerin senaristi ve yönetmeni Luis Bunuel ile tanışır, hatta Luis Bunuel'e fikir bile verir. Bütün bunları yaparken de hızlı çapkın Picasso'nun başka kadınlarla ilgilenmesine dayanamadığı için ünlü ressamı terkeden güzel Adrina ile flört etmeye başlar. Adriana çok alımlı ve akıllı bir kadındır ve Owen Wilson'ın farklı olması onu çok etkiler.

Geceler birbirini kovaladıkça Adriana ile Owen Wilson daha çok yakınlaşırlar ve bir gece Adriana, Owen Wilson ile sokakta yürürken ilk kez Owen Wilson'a açılır ve aslında çok mutsuz olduğundan, tercihi olsaydı şimdiki dönemde yaşamayı seçmeyeceğinden ve 19.yy sonlarından, I. dünya savaşına kadar süren, güzel çağ adıyla anılan ve moda, teknoloji, bilim ve sanat alanında atılımların başladığı bir dönem olan La Belle Epoque de yaşamak için neler vereceğinden bahseder ve keşke La Belle Epoque da yaşasaydım der. İşte tam o sırada önlerinde bir at arabası durur ve bindiklerinde araba onları La Belle Epoque döneminde bir partiye götürür. Owen Wilson ve Adriana bu partide, ünlü ressamlar Henri de Toulouse - Lautrec, Edgar Degas ve Paul Gaugin ile tanışırlar. Adriana yaşadıklarına inanamaz ve La Belle Epoque'da kalmak istediğini söyler ama Owen Wilson hayatının dersini almıştır; kimse olduğu zamandan mutlu değildir. Kendisi 1920'lerin Paris'inde yaşamak isterken, o dönemin önemli bir şahsiyeti bambaşka bir dönemde, La Belle Epoque'da yaşamak istemektedir. Aslolan kendi döneminde huzuru ve mutluluğu bulmaktır, çünkü geçmişe özlem, hem beyhudedir, hem de sahip olunamayan şeye duyulan özlemden başka bir şey değildir.

Owen Wilson, Adriana'ya olan aşkından kafasına dank eden şeyi açıklamaya çalıştıysa da Adriana'yı ikna edemez ve onu orada bırakıp, geçmiş dönemlerin keyfinden kurtulup, günümüz hayatının acı gerçeklerine döner ve hayatını yoluna koymak adına gereken adımları atar.

Bütün bir filmi baştan sona anlattım gibi gelse de inanın anlatmadığım çok şey var ve izlemek çok daha keyifli ve güzel. Woody Allen, günümüzdeki insanların geçmişe olan özlemlerinin aslında ne kadar boş olduğunu ve her dönemin kendi sakinlerinin aslında geçmişi arzuladıklarını çok keyifli bir dille anlatmış, anlatırken de o dönemler hakkında ansiklopedik sayılacak bilgiler vermiş.

Benim de zaman zaman günümüzdeki yozlaşmalardan, dejenerasyondan ve insanların geldiği durumdan sıkılarak daha eski dönemlerde yaşasam daha mı iyi olurdu acaba diye düşünmüşlüğüm çok olmuştur ama şimdi eminimki o zamanlarda yaşayan insanlar da belki kendi zamanlarını yozlaşmış, dejenere olmuş olarak görmüşler ve daha eski zamanlarda yaşamayı içlerinden geçirmişlerdi. Bu duygu, insanın sahip olmadığı şeye özenmesinin başka türlü bir örneği sadece ve büyük usta Woody Allen, koleksiyonluk bu filmiyle, bu duyguyu başka kimsenin anlatamayacağı kadar güzel anlatmış.

Umarım siz de, zaten sen bütün filmi anlatmışsın demez, ve bu güzel filmi seyredersiniz ve seyrederken de benim aldığım keyfi alırsınız. İyi seyirler.