Aslında Woody Allen filmlerini çok severim. Bir iki tanesi hariç hemen hemen hepsi hedefi onikiden vurmuş filmlerdir. Woody Allen filmleri, hem insana çok keyif verir, hem de ciddi anlamda düşündürerek değişik bakış açıları sunar. Kendi kendinize düşündüğünüz sorulara yanıtlar verir, ya da hislerinize tercüman olur. Hikaye bulmakta zorlanan ve işi, Deep Impact - Armageddon, Friends with Benefits - No Strings Attached, The New World - Avatar gibi aynı konunun farklı versiyonlarını ya da Three Musketeers, Spider Man, King Arthur, Robin Hood gibi aynı kahramanların farklı farklı hikayelerini işleyerek kotarmaya çalışan günümüz Hollywood'unda Woody Allen filmleri, hayatın ta kendisidir ve herkes hikayelerinde kendinden bişiler bulur.
Midnight in Paris filmi de benim kendimden bişiler bulduğum filmlerinden biriydi. Owen Wilson ile Rachel McAdams nişanlıdırlar ve Rachel McAdams'ın babasının işi sebebiyle Paris'te kısa bir tatil yapmaktadırlar. Dışardan çok mutlu ve birbirleri için yaratılmış gibi görünen ikili, aslında kağıt üzerinde birbirlerinin check listine uydukları için nişanlanmışlardır. Rachel McAdams, gezmekten, dansa gitmekten, pahalı alışverişler yapmaktan keyif alırken; Owen Wilson, daha manevi değerlere bağlı bir adamdır. Geçmişte hayatın çok daha güzel, insanların çok daha iyi olduklarını düşündüğünden geçmişe özlem duymaktadır. Paris seyahati sırasında Monet'nin resim yaptığı yerleri dolaşmış, şehre aşık olmuş, şehrin 20 yy başlarındaki halini düşünmüş ve içten içe Paris'te yaşamayı hayal eder olmuştur, hatta yazdığı kitabında bir nostalji dükkanında çalışan bir adamın hikayesini işlemektedir.
Bütün bu anlatılanlardan dolayı, Rachel McAdams'ın bir eşten beklentileri ile Owen Wilson'un alakası yoktur ve aynı durum Owen Wilson için de geçerlidir, ama Rachel McAdams'ın çok güzel olması ve Owen Wilson'ın ise Hollywoodun iyi kazanan senaristlerinden biri olması ilişkilerini götüren iki etmendir. Film burada aslında daha sonra değineceğim esas mesaja göre nisbeten daha önemsiz olan ilk mesajını veriyor; check listiniz, evlilik için yeter koşullar sağlamaz ama malesef günümüzde ilişkilerin başlamasını sağlayan en önemli sebeplerin başında kadının güzel, erkeğin zengin olması geliyor. Çiftler arası uyum ve hayattan beklentiler daha sonra devreye giriyor ve ilişkiler malesef çok kısa sürüyor. Neyse ki, Woody Allen akıllı ve hayat tecrübesine sahip insanların zaten bildikleri bu konu hakkında film yapmayacak kadar aşmış bir adam, onun filmi yapmasının esas sebebi daha sonra verdiği mesaj.
Paris tatili devam ettikçe, Rachel McAdams, eskiden flört ettiği Michael Sheen'e rastlıyor. Michael Sheen, entellektüel ve ukala bir adam. Her konu hakkında doğru - yanlış bişiler söylemesi, dünyası alışveriş yapmak üzerine kurulu olan Rachel McAdams'ı bir kez daha etkiliyor ve ikili Owen Wilson'a rağmen tekrar flörtleşmeye başlıyorlar. Owen Wilson ise zaten nişanlısından ve ailesinden sıkılmış olduğundan tüm vaktini yazmakta olduğu kitaba ayırıyor ve bir gece Rachel McAdams ve Michael Sheen ile dansa gitmek istemeyip, otele yürüyerek dönmeye çalışıyor ve hayatını değiştiren tecrübeyi yaşamaya başlıyor. Oteli aramaktan yorulduğu bir anda bir sokak merdiveninde otururken yakındaki kilisenin çanının gece 12 yi vurmasıyla eski klasik bir araba yanında duruyor ve içerisindeki kızlı erkekli grubun ısrarlarına dayanamayarak arabaya biniyor. Araba bir süre sonra grubu bir partiye getiriyor. Owen Wilson partide sağa sola gülümserken ve nerede olduğunu anlamaya çalışırken, birden Cole Porter'ın müziğini duyuyor ve sahnede gerçekten onu görünce küçük dilini yutacak gibi oluyor. Daha sonra sırasıyla, The Great Gatsby ve Curious Case of Benjamin Button gibi filmlere konu olmuş romanlarıyla, 20 yy'ın en büyük Amerikalı yazarlarından biri olarak kabul edilen Scott Fitzgerald ve onun ilham kaynağı eşi Zelda Fitzgerald ile tanışıyor. İkili ile sohbet ederken, yanlarına ünlü yazar Ernest Hemingway geliyor ve Owen Wilson tabiri caizse beyinsel bir orgazm yaşıyor. Heyecanla sohbete dalıp, onlara yazdığı kitaptan bahsedip, dünyanın o andaki en büyük yazarlarından fikir almak isterken, Hemingway kendisine fikir veremeyeceğini ama isterse yazdığı romanı, dönemin ünlü şairi, yazarı ve sanat koleksiyoncusu olan Gertrude Stein'e okutabileceğini söylüyor. Beraber Gertrude Stein'in evine gidiyorlar ve Owen Wilson orada Pablo Picasso ve sevgilisi Adriana (Marion Cottilard) ile tanışıyor. İşte o an Owen Wilson'un tarihte ilk çoklu orgazm yaşayan erkek olarak tarihe geçtiği an oluyor.
Owen Wilson daha sonra günlerini, sıkıcı sevgilisi Rachel McAdams'tan ve ukala Michael Sheen'den kaçarak Gertrude Stein'ın fikirleri doğrultusunda romanını değiştirerek; gecelerini ise, 1920 lerin Paris'inde hayranı olduğu yazar, şair ve ressamlarla sohbet ederek geçirmeye başlar. Gündüzler artık onun için gecelere ulaşmak için birer amaçtır. Her gece aynı sokak merdivenine gider, çanın çalmasını bekler ve gelen klasik Peugeot ile 1920 lerin Paris'ine gider. İlerleyen gecelerde Salvador Dali, Henri Matisse, ve defalarca Cannes'da ödül almış gelmiş geçmiş en iyi sürrealist sinemacı sayılan Altın Çağ ile Catherine Denevue'ün oynadığı Belle de Jour gibi filmlerin senaristi ve yönetmeni Luis Bunuel ile tanışır, hatta Luis Bunuel'e fikir bile verir. Bütün bunları yaparken de hızlı çapkın Picasso'nun başka kadınlarla ilgilenmesine dayanamadığı için ünlü ressamı terkeden güzel Adrina ile flört etmeye başlar. Adriana çok alımlı ve akıllı bir kadındır ve Owen Wilson'ın farklı olması onu çok etkiler.
Geceler birbirini kovaladıkça Adriana ile Owen Wilson daha çok yakınlaşırlar ve bir gece Adriana, Owen Wilson ile sokakta yürürken ilk kez Owen Wilson'a açılır ve aslında çok mutsuz olduğundan, tercihi olsaydı şimdiki dönemde yaşamayı seçmeyeceğinden ve 19.yy sonlarından, I. dünya savaşına kadar süren, güzel çağ adıyla anılan ve moda, teknoloji, bilim ve sanat alanında atılımların başladığı bir dönem olan La Belle Epoque de yaşamak için neler vereceğinden bahseder ve keşke La Belle Epoque da yaşasaydım der. İşte tam o sırada önlerinde bir at arabası durur ve bindiklerinde araba onları La Belle Epoque döneminde bir partiye götürür. Owen Wilson ve Adriana bu partide, ünlü ressamlar Henri de Toulouse - Lautrec, Edgar Degas ve Paul Gaugin ile tanışırlar. Adriana yaşadıklarına inanamaz ve La Belle Epoque'da kalmak istediğini söyler ama Owen Wilson hayatının dersini almıştır; kimse olduğu zamandan mutlu değildir. Kendisi 1920'lerin Paris'inde yaşamak isterken, o dönemin önemli bir şahsiyeti bambaşka bir dönemde, La Belle Epoque'da yaşamak istemektedir. Aslolan kendi döneminde huzuru ve mutluluğu bulmaktır, çünkü geçmişe özlem, hem beyhudedir, hem de sahip olunamayan şeye duyulan özlemden başka bir şey değildir.
Owen Wilson, Adriana'ya olan aşkından kafasına dank eden şeyi açıklamaya çalıştıysa da Adriana'yı ikna edemez ve onu orada bırakıp, geçmiş dönemlerin keyfinden kurtulup, günümüz hayatının acı gerçeklerine döner ve hayatını yoluna koymak adına gereken adımları atar.
Bütün bir filmi baştan sona anlattım gibi gelse de inanın anlatmadığım çok şey var ve izlemek çok daha keyifli ve güzel. Woody Allen, günümüzdeki insanların geçmişe olan özlemlerinin aslında ne kadar boş olduğunu ve her dönemin kendi sakinlerinin aslında geçmişi arzuladıklarını çok keyifli bir dille anlatmış, anlatırken de o dönemler hakkında ansiklopedik sayılacak bilgiler vermiş.
Benim de zaman zaman günümüzdeki yozlaşmalardan, dejenerasyondan ve insanların geldiği durumdan sıkılarak daha eski dönemlerde yaşasam daha mı iyi olurdu acaba diye düşünmüşlüğüm çok olmuştur ama şimdi eminimki o zamanlarda yaşayan insanlar da belki kendi zamanlarını yozlaşmış, dejenere olmuş olarak görmüşler ve daha eski zamanlarda yaşamayı içlerinden geçirmişlerdi. Bu duygu, insanın sahip olmadığı şeye özenmesinin başka türlü bir örneği sadece ve büyük usta Woody Allen, koleksiyonluk bu filmiyle, bu duyguyu başka kimsenin anlatamayacağı kadar güzel anlatmış.
Umarım siz de, zaten sen bütün filmi anlatmışsın demez, ve bu güzel filmi seyredersiniz ve seyrederken de benim aldığım keyfi alırsınız. İyi seyirler.