28 Ocak 2013 Pazartesi

Umut Işığım


Şahan Gökbakar’ın Celal ile Ceren adlı filminin galasında başrol oyuncusu Ezgi Mola, “herkesin bir Cereni olmalı” demiş. Celal ile Ceren filmini henüz seyredemedim, ve neye dayanarak öyle dedi hiç bir fikrim yok ama şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki bence herkesin bir Tiffany’si olmalı.

Umut Işığım, bu senenin Oscar adayları arasında ve ben vizyona gireli epey olmasına rağmen yeni seyretme fırsatı bulabildim. Bugüne kadar hep muzip, yakışıklı rollerini canlandıran Bradley Cooper’ a orijinal adı “Silver Linings Playbook” olan filmde, Robert De Niro, daha önce buradan size anlattığım Hunger Games filminden Jennifer Lawrence, Hollywood'un çenebazı Chris Tucker ve Jacki Weaver eşlik ediyor.

Bradley Cooper yani Pat, karısını kendi evinde, duşta hiç de yakışıklı olmayan ve bir o kadar da pişkin bir adamla basıyor, hem de fonda kendi düğün şarkıları çalarken. İşte o an bir fırtına kopuyor ve Pat gösterdiği şiddet yüzünden 8 ay rehabilitasyon kliniğine gönderiliyor ve eşine 150 metreden fazla yaklaşması da yasaklanıyor. Biz filmde bu 8 aylık rehabilitasyon bittikten sonrasını izlemeye başlıyoruz.

Güçlü olsun zayıf olsun, güzel olsun çirkin olsun, zengin olsun fakir olsun toplumdaki bireylerden laf ola dünyaya gelmiş olanların değil de gerçekten yaşıyor olanlarının bir şekilde aşk acısı çektiğini düşünüyorum. İşte bu film o insanların yaşadıkları dertlerin başka bir yüzünü bizlere aktarıyor. Pat, karısının aşığını dövdüğü için rehabilitasyona kapatılınca bütün bir tedavi boyunca karısını yeniden kazanmanın hayallerini kuruyor. Öyle ki karısının o 8 ay boyunca bir kere bile ziyarete gelmemesini, 1 kere bile mektup yazmamasını, hatta evlerinden bambaşka bir yere taşınmasını ve 150 metre uzaklaştırma emri çıkartmış olmasını bile hiç önemsemiyor, hatta aklına bile getirmiyor. Tek derdi, klinikten çıktığında karısı Nikki ile konuşmak, kendisinden özür dilemek ve kendini çok sıradan olduğuna inandırdığı, her evlilikte olabilecek bu basit kavgayı unutturup yeniden mutlu bir çift olmak. Pat’in bu ulvi yaklaşımı hepimizin içinden inşallah dememizi sağlıyor ama biz olaya dışarıdan daha realist gözle bakan izleyiciler olarak; Nikki’nin, Pat’den çoktan vazgeçtiğini çok net görebiliyoruz. Kaldı ki Pat’in annesi Jacki Weaver ve babası Robert De Niro’da oğullarını elden geldiğince malum olana alıştırmaya çalışıyorlar ama nafile. Pat karısını seviyor, ve karısının onu affedeceğine ve ona geri döneceğine inanıyor. Hatta ona göre hiç sıkıntı yok.

İşte filmde anlatılanlar içinde beni en çok düşündüren bu mesajdı. İnsan gerçekten sevdi mi, inanmak istiyor.  Kendisinden başka herkes gerçeği görse de, seven kişi, kendini kandırmada, hayali bir gerçeklik yaratmada o kadar becerikli oluyor ki, kimse kendisini yolundan edemiyor. Her gelişmeyi, olumsuz olsa bile olumluya yoruyor. Hatta günümüzde olumlama adıyla kendine yer bulan, iyi düşün iyi olsun, enerjinle kendine çek, pozitif ol gibi düşünceleri kendine mesnet alarak, kendisine kaçınılmaz sonu anlatanları bile tersliyor. Burada aslında beynin ne kadar güçlü ve çetrefilli bir organ olduğunu bir kez daha görüyoruz. Hani birine 100 kere deli dersen deli olduğunu düşünür derler ya aynen orada da olduğu gibi, kişi düşündükçe, hayalini kurdukça, daha çok inanmaya başlıyor ve inandıkça da gerçekliği değişmeye başlıyor. Bir süre sonra hayallerindeki düşünceler ona gerçek gelmeye başlıyor ve beyin insana sanal bir gerçeklik yaratıyor. İnsan düşünerek ve kendisini buna inandırarak olmayanı oldurduğunu düşünüyor. Bunun bir adım sonrası tabi ki delilik ya da şizofreni. Kendisini Napolyon ya da Don Kişot sanan insanların geçtiği yollar bu yollar aslında. Kitabı ya da biyografiyi okuduktan sonra o kadar etkisinde kalıyor ki, bir süre sonra bu etki hayal kurmasına ve sonra da bu hayale inanmasına sebep oluyor. Tabi ki her kendini kandıran insan sonunda delirmiyor, şizofrenlik ya da delirme çok öte bir durum ama kendini kandırma ve hayali gerçeklere inanıp bu minvalde davranışlarda bulunma bu merdivenin ilk basamakları sayılabilir. Daha güçlü ve tecrübeli olanlar bu, kendini dolduruşa getirme tuzağından kurtulmayı başarıyorlar ve geç de olsa kendileri için doğru kararı alıyorlar ama arada sevgi var ise muhakkak bir geç kalınma oluyor. Dediğim gibi, seven insan, inanmak istiyor.


Her neyse ki, artık Allah tarafından mı yoksa ailesi tarafından mı yollandığı belli olmayan Tiffany, olaya el koyuyor da benim herkesin bir Tiffany’si olmalı lafım bir anlam kazanıyor. Tiffany, aslında daha zor durumda; kocası, kendisini mutlu etmek için uğraşırken trafik kazası geçirip ölmüş bir polis. Tiffany bu travma ile bambaşka bir şekilde mücadele vermiş ama gelinen noktada gerçekliğe kavuşmuş ve ilerlemiş. Pat’in hayatına girerek onu kendi Wonderland'inden çıkarıyor ve biraz ali cengiz oyunlarıyla, biraz da uğruna mücadele edeceği başka bir amaç vererek Pat’in kendisini bulmasını sağlıyor.

Film, Pat’in durumundan kendimize pay çıkardığımız ölçüde, zaman zaman gözlerimizin dolduğu, boğazımızın düğümlendiği, zaman zaman ise kahkahalarla güldüğümüz başarılı bir yapım. Özellikle Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve Jacki Weaver çok çok başarılı bir oyunculuk sergilemişler. Bradley Cooper, bugüne kadar canlandırdığı alışılmış rollerinin dışına çıkarken psikolojik rollerin de altından kalkabileceğini hem kendisine hem de Hollywood’a ispat etmiş. Jennifer Lawrence, Hunger Games’deki ok atan küçük kız değil artık, büyümüş ve fıstık gibi bir hatun olmuş. Robert De Niro ise aynı, hep bildiğimiz bol mimikli De Niro. Chris Tucker ise 1000 kilo mu almış ne, o cırtlak sesi olmasa gerçekten tanıyamazdım.

Yukarıda da anlattığım gibi aşk acısı, sevdiğine sahip olamama ya da kaybettikten sonra geri kazanma çabaları her kesimden insanın hayatında bir ara tecrübe edilmiştir. İşte o anlarda, herkesin bir Tiffany’si olmalı sana Morpheus gibi “Welcome to the real world” demeli ve sana aslında neyin kıymetli olduğunu göstermeli.