22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir izlenim de siz edinin...


Bir manzaraya, bir objeye ya da bir kişiye doya doya, sindire sindire baktığınızı düşünün. İşte bu uzun ve dikkatli bakıştan sonra, gözlerinizi kapatıp, baktığınız manzarayı aklınızda kaldığı kadarıyla resmetmeye empresyonizm denir. Daha da anlaşılır tabiriyle izlenimcilik; sanatçının belli bir anda gördüğü şeyi artık görmüyorken, aklında kaldığı ve ona hissettirdiği biçimde tuvale aktarmasıdır, yani edindiği izlenimin resmini yapmasıdır.

1860 ‘lı yıllarda Fransa'da bir grup ressamın birbirlerinden etkilenerek ve yeni bir tarz keşfetme heyecanıyla yarattıkları bu akım sayesinde sanat dünyasında hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Empresyonizm sayesinde bizler Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Edgar Degas, Camille Pissaro gibi sanat tarihine başyapıtlar kazandıran sanatçıları tanıdık. Daha sonra gelen Van Gogh, Paul Cezanne, Paul Gauguin gibi ressamlar ise empresyonizmden etkilendiler ve limitlerin dışına çıkarak izlenimciliği daha da geliştirdiler.

Şimdi bu kadar kor bilgiyi niye şıp diye verdin derseniz, tarihin en önemli empresyonist sanatçısı, hatta belki de en önemli ressamlarından biri şu an Sakıp Sabancı Müzesinde, gözlerinizin ve ruhunuzun bayram etmesi için sizi bekliyor.

Günlük hayatımızda o kadar çok gerekli gereksiz şeye bakıyoruz ki. Sabah kaçamadığımız trafikten, sağda solda bekleyen çöp tenekelerine; orada burada atılmış izmaritlerden, gazetelerde gördüğümüz insanların insanlara yaptıkları çirkinliklere kadar birçok şey, aslında ruhumuzu da kirletiyor. İşte sırf bu yüzden bir hafta sonu gözlerinizi güzel şeylere çevirmekte ve ruhun gıdasını vermekte son derece fayda var.

Claude Monet 1840 da Paris’te doğar ve 43 yaşına kadar bu büyülü şehirde yaşar. İzlenimciliği beraber hayata geçirdiği çağdaşları Manet, Degas, Renoir, Cezanne, Pissaro ve Sisley ile beraber sanat akademisinde itibar görmemeleri ve bunun devamında açtıkları sergilerde başarısız olmaları, Monet’yi umutsuzluğa iter ve sanatçı iflas eder. Bu çaresizlik ve depresyon yüzünden resimlerine bir süre kasvet hakim olur. Monet, bu depresyondan kurtulmak için kendini yollara vurur ve Avrupa’yı gezer. En sonunda sanatı için doğa ile iç içe olması gerektiğini düşünür ve 1883 senesinde Sen Nehri kenarında bulunan ve Paris’e 65 km uzaklıkta olan Giverny’ye yerleşir. Burada bir yandan köy hayatı ile haşır neşir olurken diğer yandan da manzaraları konu alan resimler yapar. 

Bir süre sonra etrafında gördüğü manzaralar kendisini tatmin etmez ve 1893 yılında evinin yanındaki araziyi satın alır. Bu arazinin içine büyük bir havuz yapar ve etrafına ağaçlar, çiçekler diker. Hayal ettiği manzaranın oluşması, yani ağaçların büyümesi, nilüferlerin çiçek açması için senelerce bekler ve hayatının son 25 senesini kendi elleriyle yarattığı bu cennet bahçesini resmetmeye adar. 1900 lü yılların başlarında gözleri bozulmaya başlar ama o gördüğünün hayalini resmetmeye devam eder. Bir sıkıntı vardır ki bozuk gözlerle artık renkleri eskisi kadar iyi seçemiyordur. Bu sebeple eserleri, daha sarı ve kırmızı ağırlıklı olmaya başlar. Sonrasında gördüğü tedavilerle gözleri eski sağlığına kavuşur ve renkler sanatçının gözünde eski hallerine kavuşurlar. Sakıp Sabancı Müzesinde, ressamın gözlerinin bozulmasından önce ve sonra yaptığı resimler aynı anda yer almakta. Böylece göz hastalığının bir insanı ne kadar etkilediğine de şahit olabiliyorsunuz.

Hayattaki güzel şeyleri seçme, kötü şeylerden kaçma tamamen bizim elimizde. Bu bayramda İstanbul’daysanız, bir gününüzü Monet’ye ayırın, Emirgan’a gidin, Sütiş’te boğaza doya doya bakarak demli bir çay için ve sonrasında müzeye girin ve kendiniz için bir fark yaratın. Yok, İstanbul’da değilseniz sonraki zamanlarda muhakkak yolunuz bir ara Emirgan’dan geçsin. Yurt dışındaki emsallerinden hiçbir farkı olmamasına rağmen diğerlerine kıyasla son derece ucuz olan Sakıp Sabancı Müzesi, sizin için Monet’yi getirmiş, daha ne yapsın?


“Resim yapmak için dışarı çıktığında, karşında neler olduğunu unutmaya çalış. Sadece şunu düşün; burada küçük mavi bir kare, pembe bir dikdörtgen ve sarı bir çizgi var. Doğru rengi ve şekli sana gözüktüğü gibi resmet.”  Claude Monet.

      Son söz : Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız. Mustafa Kemal Atatürk



2 Ekim 2012 Salı

To Rome With Love


Yine bir Woody Allen filmi, yine bir şaheser. Gişe kaygısı taşımadan, tamamen özgür bir ruhla çekilen filmlerde; oyuncular da aynı rahatlıkta olunca, ortaya seyrine doyum olmayan bir film çıkıyor. Woody Allen bu filminde de yine birbirinden farklı mesajları hınzırca seyirciye iletiyor,  ve izleyicisini yine düşünmeye itiyor.

Roma’da birbirinden farklı 4 hikaye işleniyor. Küçük kasabalarından büyük şehir Roma’ya gelen çiçeği burnunda karı koca, kendi halinde bir memur ve ailesi, Amerikalı bir turist ve onun adres sorarken aşık olduğu Roma’lı genç ve aileleri ve son olarak da ünlü bir mimar ve onun ağabeylik! yaptığı gençlerin yaşadığı aşk üçgeni.

Küçük kasabalarında naif bir aşk yaşayan ve bununla da son derece mutlu olan genç evliler, büyük şehre gelince doğal ortamlarından ayrılmalarının getirdiği şaşkınlık ve saflıkla dejenerasyon yolunda adımlarını atıyorlar. Genç koca, ailesinin ün, karizma ve gösteriş dünyasına adapte olamayıp, içinde bastırdığı cinsel tecrübesizlik ile savaşırken, eşi ise ünlülere hayran olmanın getirdiği iştah ile neye niyet neye kısmet diyebileceğimiz deneyimler yaşıyor.

Her gün aynı rutinlikle hayatını yaşayan, kendi halindeki Romalı memurumuz ise, bir gün aniden ünlü oluyor ve halk için meşhur olmanın nimetleri nelermiş bizzat tecrübe ediyor. Federico Fellini’nin Dolce Vita adlı filmindeki Paparazzo isimli basın fotoğrafçısı sayesinde günlük hayatımıza giren paparazzi kelimesini hak eden onlarca medya mensubu sayesinde, memurumuz bir anda televizyonlara, radyolara çıkmaya başlıyor. Ne yediğinden, ne giydiğine kadar merak konusu oluyor; hatta medya, sabahları traşını nasıl olduğunu bile öğrenmek istiyor. Medyanın gücüyle, hiçbir özelliği olmayan sıradan hatta çekici bile sayılmayacak bir insanın nasıl bir anda en başarılı, en seksi, en karizmatik hale geldiği çok güzel gözler önüne seriliyor.  Andy Warhol’un  “ Bir gün herkes 15 dakikalığına bile olsa meşhur olacak” sözünü haklı çıkarırcasına medyanın bir insanı, toplum önünde nasıl ilahlaştırdığını görüyoruz.

Üçüncü hikayede ise, Amerikalı turist kız ile, Romalı yakışıklı avukatın aşkları sebebiyle bir araya gelen kültürleri farklı iki aile önceleri intibak sorunu yaşasalar da, yine ünlü olmak ve bundan rant elde etmek adına orta yolu buluyorlar. Meşhur ve başarılı olma isteği, sanatı marjinal boyutlara taşıyor ve belki de aslında çağdaş sanat dediğimiz olgu böyle böyle ortaya çıkıyor.

Son hikayede ise ünlü bir mimar gençliğinde Roma’da bir sene öğrenci olarak yaşadığı için, eşi ve dostlarıyla Roma’nın tarihi eserlerini gezmek istemeyip, öğrenciyken yaşadığı Trastevere’ye doğru, belki de kendi gençliğine doğru yola çıkıyor.  Yaşadığı yere gelince, kendisi gibi mimar olmak isteyen bir gençle karşılaşıyor ve onunla beraber onun sevgilisi ve yakın arkadaşının hayatlarına misafir oluyor. Ben burada bu gencin, ünlü mimarın gençliği olduğunu düşündüm. Her ne kadar filmde farklı isimlere sahiplermiş gibi gösterilseler de, aynı sokakta oturuyor olmaları, kadrajda olmasına rağmen sanki hayali bir karaktermiş gibi anlatılması, sevgilisinin yakın arkadaşının nasıl bir kız olduğuna dair süper isabetli tahminler yapması, neredeyse kızın söyleyeceklerini önceden biliyor olması ve başta kullandığı Ozymandias melankolisi tamlamasını aslında kimden öğrenmiş olabileceğini göstermesi gibi sebepler bana ünlü mimarın Trastevere sokaklarında gezerken kendi gençliğine gidip, o anıları tekrar yaşadığını düşündürtü. Two is a company, three is a crowd derler, bu aşk üçgeninde kalabalığı oluşturan ve araya sonradan katılan manipülatif kişilik Monica , entelektüel, özgürlükçü ve kendine güveni tam bir görüntü sergiliyor. Ünlü sözlerden, şiirlerden ve ünlü kişilerden alıntılar yaparak entelektüel yapısını sergilemeye çalışıyor. Hatta bir yerde, benim de favorileri roman karakterlerimden biri olan, dünyanın en meşhur mimarı Howard Roark’tan ve onun karizmatik kişiliğinden bile bahsediyor.

Dünyanın açık hava müzelerinden biri olan Roma’nın eşsiz güzelliklerini de doyasıya gösteren Woody Allen, en sonunda her hikayeyi kendi içinde mutlu sona bağlayarak filmini noktalıyor ve bize oturun, düşünün diyor. Haksız yere elde edilen şöhret, altı doldurulmamış entelektüelite, karizma ve cemiyet kaygısı, ünlülere duyulan anlamsız hayranlık, rutinden kurtulma isteği ne gibi sonuçlar doğurabilir düşünün diyor. Sonuçta her hikaye, To Rome With Love’daki gibi mutlu sonla bitmeyebilir.