13 Kasım 2015 Cuma

MUHTEŞEM YÜZYIL KÖSEM 

Geçtiğimiz yıllarda Muhteşem Yüzyıl dizisiyle büyük başarı elden yapımcı Timur Savcı, yeni dizisi Kösem Sultan ile dün evlerimize yeniden merhaba dedi. Tarih merakım yüzünden koyu bir izleyicisi olduğum Muhteşem Yüzyıl’ın yeni dizisi olan Kösem Sultan’da da aynı tadı aldığım için çok mutlu oldum. Timur Savcı, Osmanlı’nın gerçekten çok önemli dönemlerine parmak basıyor. Muhteşem Yüzyıl’da Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan aşkını anlatırken, tarihi gerçeklere çok bağlı kalarak ve satır aralarında Anadolu’daki isyanlardan tutun da, evliyalara, dervişlere kadar değinen bir projeye imza atmıştı. Neticesinde çok okumayan, çok irdelemeyen insanlara bile, bir yandan aşkı anlatırken, diğer bir yandan bir tarih kitabı kadar olmasa bile o dönemin tarihini, kardeş savaşlarını, babanın evlada düşmesini, Osmanlı’daki iyi ve kötü uygulamaları anlatmış ve öğretmiş oldu. Bence Türk televizyonculuk tarihinin gelmiş geçmiş en iyi dizisi Muhteşem Yüzyıl’dır.

Muhteşem Yüzyıl Kösem ise, halefi gibi aynı hızda başladı. Kostümleri, dekorları, mekanları, oyunculukları, çekimleri ve hikayesi ile Muhteşem Yüzyıl’ı aratmayacağı kesin. Ben burada bilmeyenler için neden Kösem Sultan? Biraz onu anlatmaya çalışacağım.


Öncelikle Mahpeyker Kösem Sultan, Osmanlı İmparatorluğu tarihinin en kudretli, en güçlü ve en uzun hüküm sürmüş kadın lideridir. Osmanlı’da kadınlar padişah olamadıkları için bir Kraliçe Elizabeth olamamıştır ama yaptıkları ve kararları ile, hiç de azımsanmayacak bir süre Osmanlı’nın tek hakimi olmuştur. Tam 6 padişahın devrinde hüküm sürmüştür ki, zaten 36 tane olan Osmanlı padişahları içerisinde bu sayı oldukça önemlidir. Sırasıyla eşi Sultan I.Ahmet, eşinin kardeşi I.Mustafa, üvey oğlu Genç Osman, kendi oğulları IV.Murat ve İbrahim ve torunu IV.Mehmed’in saltanatları sırasında neredeyse tek hakim şeklinde alınan kararlarda ve yapılan uygulamalarda söz sahibi olmuştur. 1603-1651 yılları arasında padişah kim olursa olsun, perde arkasındaki hükümdar, Mahpeyker Kösem Sultan’dır.

Osmanlı’yı, Avrupa’daki diğer krallıklardan ayıran en büyük özelliklerden biri de yönetim yapısındaki farklılıktır. Avrupa’daki herhangi bir krallıkta, baş hükümdar olan kraldan sonra, 2.sırada söz sahibi olan kişi kralın eşi olan kraliçedir. Oysa Osmanlı’da baş hükümdar olan padişahtan sonra, 2.sırada söz sahibi olan kişi padişahın annesi, valide sultandı. Padişahın eşleri anca evlatları saltanat koltuğuna oturursa söz sahibi olabilirlerdi. Mahpeyker Kösem Sultan, bu yapının tüm avantajlarından faydalanarak ve eşi I.Ahmed’in de genç ve kendisine delice aşık olmasının verdiği özgüvenle, eşinin döneminden başlayarak torununun dönemine kadar sadrazamlar, yeniçeriler, paşalar arasında etkin ve söz sahibi olmuştur.

I.Ahmed,14.padişahtır, 14 yaşında tahta çıkmış ve 14 sene tahtta kalmış, sonra da yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak 28 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Bizler genç yaşında dünyadan göçmesine rağmen çok doğru kararlar alan ve Osmanlı’nın silkelenmesini sağlayan bu padişahın ismini köfteci, meydan vs isimlerinin önüne koysak da, I. Ahmed, Osmanlı’daki en önemli padişahlardan biridir.  Yaptığı en önemli ıslahat, dizide de ilk bölümde gösterilen, Fatih Sultan Mehmed’in koyduğu kardeş katli yasasını ortadan kaldırmaktı. Aslında kardeş ya da akraba katli, Fatih’ten çok önce, ta Osman Gazi döneminde bile olan ve uygulanan bir durumdu ki, Osman Gazi, babası Ertuğrul Gazi ölünce, liderlik için söz sahibi olmasın diye amcası Gündüz Alp’i öldürtmüştü ama yine de kanun haline getiren Fatih Sultan Mehmed’dir.

I.Ahmed’in kardeş katli yasasını kaldırma sebebi, gerçekten dizide de anlatıldığı gibi babası III. Mehmed’in tahta çıkar çıkmaz 19 kardeşini öldürtmesine ve saraydan minicik tabutlar çıkmasına tanık olmasındandır. Adil, yumuşak yürekli, akıllı ve kararlı bir padişah olan I.Ahmed, kardeş katlini kaldırtarak yaşça en büyük kardeşin ilk önce tahta çıkmasını kanunlaştırmıştır. Bu kanun ilk başta çok hümanist gelse de, bazı tarihçiler tarafından aslında Osmanlı’nın gerileyişini hızlandıran kanunlardan biri olduğu kabul edilir. Çünkü kardeşler birbirleri ile taht için kavga ederken, aslında en güçlü, en hin, en kurnaz, en stratejik kararlar alabilen, en soğukkanlı ve en sevilen-desteklenen kardeş diğerlerine baskın çıkıyor ve bir anlamda bileğinin ve aklının gücüyle diğerlerini bertaraf ediyor ve Devlet’i Aliye’yi yönetme hakkında sahip oluyordu.


I.Ahmed’den sonra kardeşler sırayla tahta geçtiklerinden aralarında basiretsiz ya da akıllı olmayanların da tahta çıkması, Osmanlı’ya güç ve zaman kaybettirmiştir olarak yorumlanmaktadır. Ben naçizane bu fikre hem katılıyorum, hem katılmıyorum. Her ne kadar Osmanlı tahtı, kanunen yasak olsa bile her an öldürülme korkusu yaşayan ve kafayı oynatan padişahlara (I.Mustafa, I.İbrahim) zaman zaman kalsa da bunların hükmü çok uzun sürmemiş, ama basiretsiz ya da eğlence hayatına düşkün olanlar, Osmanlı’nın bayağı bir geride kalmasına sebep olmuşlardır. Öte yandan Devlet-i Aliye’nin en büyük 2 hükümdarı, Fatih Sultan Mehmed ile Kanuni Sultan Süleyman’ın taht mücadelesi vermemesine rağmen yani mevcudun en güçlü ve en akıllı hükümdar adayı olduklarını kanıtlayamadan taht onlara altın tepside sunulmuş olmasına rağmen de yaptıkları ortadadır.  Biri İstanbul’u fethetmiş ve Osmanlı’yı imparatorluk haline getirmiş, diğeri de imparatorluğu döneminin en güçlü devleti haline getirmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğunun, tarihin sayfaları arasında yerini almasının sebebi sadece sultanlarının basiretsizliğine bağlanamaz çünkü 19-20 yüzyıllar tüm dünyada demokrasi, ve özgürlükler çağı olarak adlandırılır. Günümüzde de zaten monarşi, sadece birkaç ülkede o da sembolik olarak devam etmektedir. Yani kardeş katli devam etseydi de sonuç kaçınılmaz olacaktı, emin olun.

Kösem Sultan, eşi I.Ahmed’i genç yaşta kaybedince, mecburen I.Mustafa’nın tahta çıkmasına seyirci kaldı ama I.Mustafa’nın, zamanında öldürülme korkusu yaşaması sebebiyle psikolojisinin bozuk olmasını kullanarak, akli dengesinin yerinde olmadığını ileri sürerek, 3 ay sonra tahttan indirtmiş yerine de üvey oğlu Genç Osman’ın çıkmasını sağlamıştır. Genç Osman’da tahta çıktığında oda babası I.Ahmed gibi 14 yaşındaydı. Atik, akıllı, sportmen ve doğru kararlar alan bir padişahtı ama yeniçerilerin başlarına buyruk olmaları yüzünden orduda ıslahat yapmak istemesi ve hacca gideceğini ifade etmesi üzerine (Osmanlı padişahlarının hacca gitmesi kanunen caiz değildi) yeniçeriler, Kösem Sultan’ın dolduruşa getirmesiyle sarayı bastılar ve 18 yaşına girmiş olan Genç Osman’ı Yedikule zindanlarına götürerek orada katlettiler. Yeniçeri o hızla tekrar I.Mustafa’yı tahta geçirdi, ama Kösem Sultan paşalarla yaptığı kulislerle I.Mustafa’yı yine 1 sene sonra tahttan indirtti ve eşi I.Ahmed’in ölümünden 5.5 sene geçmiş olmasına rağmen oğlu IV. Murad’ı 11 yaşında tahta geçirdi. Aslında Kösem Sultan'a kalsa eşi ölür ölmez oğlunu tahta geçirmek isterdi ama o zamanlar IV.Murat 5 yaşındaydı ve oğlunun çok küçük olması elini kolunu bağlıyordu.

IV.Murad, tahta geçtikten sonra 20 yaşına gelene kadar toplam 9 sene, İmparatorluğun tüm idaresi Kösem Sultan’ın elindeydi. Hatta oğlu IV. Murad, cariyelerle halvet edip onlardan birini gözde beller ve onun etkisinde kalarak kendi sözünü dinlemez diye oğlu yeter artık diyene kadar, IV.Murad’ı içoğlanlarıyla görüştürdü. IV. Murad’ın kadın yüzü görmesi ancak 20 yaşına gelip mutlak iradeyi eline almasıyla nasip oldu. IV.Murad, gözüpek ve akıllı bir padişahtı. Aldığı acımasız kararlarla imparatorluğun eski şaşalı günlerine dönmesine kesin gözüyle bakılıyordu ama, 1640 tarihinde 28 yaşındayken gut hastalığından vefat etmesi, yine devleti çalkantıya düşürdü.

Kösem Sultan bu sefer de diğer oğlu İbrahim’i tahta çıkarttı. İbrahim’de amcası I.Mustafa gibi oda hapsinde tutulmuş ve her an ölüm korkusuyla yaşamış ve bundan dolayı psikolojisi bozulmuş bir sultandı. Gergin, ürkek ve endişeli tavrı ülkeyi layığıyla yönetmesini engelliyordu. Kösem Sultan, İbrahim’in 8 yıllık saltanatı boyunca yine perde arkasından ülkeyi yönetti. Seferleri organize etti, yeniçerinin moralini yükseltti, paşaların çıkar çatışmalarını idare etti, bir padişahın yapması gereken ne varsa yaparak işlerin devamlılığını sağladı. Tüm gayretlerine rağmen, sadrazam Sofu Koca Ahmet Paşa, padişahın yetersizliğini öne sürerek fetva aldı ve İbrahim’i tahttan indirtti. Sultan İbrahim, tahttan indikten 11 gün sonra da katledildi.

Sultan İbrahim’den sonra, Osmanlı’da tahta çıkma yaşı iyice aşağı çekildi. Kösem Sultan’ın torunu ve İbrahim’in oğlu IV.Mehmed (Avcı Mehmed diye de bilinir) 1648 yılında 6 yaşında tahta çıktı. E hal böyle olunca yine devleti idare etme görevi Kösem Sultan’a kalıyordu ama artık bir rakibi vardı. Oğlu Sultan İbrahim’in eşi ve IV.Mehmed’in annesi Turhan Sultan.

Kösem Sultan, gelini Turhan Sultan’ın kendisi için bir tehdit olduğunu anlayınca torunu IV.Mehmed’i tahttan indirtip yerine daha uyumlu olduğu, Saliha Dilaşub Sultan’dan olma, yine aynı yaştaki bir diğer torunu olan II. Süleyman’ı tahta geçirmek istedi ama Turhan Sultan bu hamleleri önceden sezdi, 48 yıldır iktidarda söz sahibi, 20 yıl ise iktidarın tek hakimi olan Kösem Sultan’dan bıkmış ne kadar paşa, asker varsa etrafında topladı ve onlarında desteğiyle bir gece 120 kadar Zülüflü Baltacıya haremi bastırarak, haremin koridorlarında Kösem Sultan’ın vahşice katledilmesini sağladı.

Mahpeyker Kösem Sultanın Devlet-i Aliye tarihindeki yeri çok özel ve kıymetlidir. Kendisiyle benzer olarak addedilen, Hürrem, Nurbanu, Safiye, Turhan ve Gülnuş sultanların dönemlerine göre çok daha zor, çetin ve çalkantılı bir dönemde çok daha etkili bir siyaset izlemiştir. Diğerleri, eşleri ya da oğullarını etkileyerek söz sahibi olmaya çalışırken Kösem Sultan IV.Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde günahıyla-sevabıyla toplam 20 yıl bir fiil imparatorluğu yönetmiştir. Güçlü iktidarı, devletin tüm kademelerinde saygı görmüş ve haremden çıkan bir kadın olarak bu kadar çok sorumluluğun altına girmesi ve bunlardan da dönemin şartlarına göre layığıyla altından kalkması taktire şayandır.

Kösem Sultan’ın görkemli ve güçlü yaşamına karşın, üzücü ve trajik ölümü kadar, zenginliği ve yaptırdığı eserler de önemlidir. Devletin her yerinde onlarca kervansaray, köprü, çeşme, medrese ve mescit yaptırmıştır. Muazzam servetiyle bağışlar yapmış, imarethaneler açmıştır. Serveti o kadar fazlaydı ki, öldüğünde el koyulan hazinesi, devletin hazinesine eklenmiş ve o zamanlarda yaşanan para darlığı giderilmiştir.

İşte bu Osmanlı İmparatorluğu tarihinden fırtına gibi geçen, ülkeyi yöneten, padişahlara taht veren taht alan, savaşlara ve barışlara hükmeden, Devlet-i Aliye tarihinin en güçlü kadın şahsiyetini, belki de ismi öyle geçmese de tek kadın padişahını Beren Saat canlandıracak. Müthiş bir başlangıç yapan Muhteşem Yüzyıl Kösem ‘in gün geçtikçe daha çok kişiyi ekranlara mıhlayacağını ve Hülya Avşar’ın güzel oyunculuğuna Beren Saat’in de katılımıyla dizinin ikinci bir efsane olacağına eminim. Her ne kadar dizinin yapımcısından, kostümcüsüne, senaristinden, oyuncusuna kadar her şey dört dörtlük olsa da, ben burada yazdığım 3-5 satır yazıyla, Kösem Sultan’a biraz olsun daha dikkatinizi çekmeye çalıştım. Umarım sizde de merak uyandırmışımdır

Hepinize iyi seyirler. 

1 Ekim 2013 Salı

FATİH

MedYapım'ın sahibi Fatih Aksoy, Fetih 1453 filminde yakaladığı başarıyı, Muhteşem Yüzyıl'ın elde ettiği ticari ve sanatsal başarıdan da etkilenerek, bu sefer Fatih Sultan Mehmet'in fetih sonrası hayatını konu alan bir dizi yaparak devam ettirmek istedi ve FATİH dizisi ilk defa dün gece evlerimize konuk oldu. Tarihe olan merakım, konu ile ilgili çalışmalarım ( bkz. Fetih 1453 adlı blog yazım) , dönem ile ilgili okuduğum sayısız kitaptan yola çıkarak bazı tespitler yapmak istedim.


Ayasofya'nın Bizans İmparatorluğu zamanındaki hali.
1- Ayasofya'yı 4 minareli göstermişler, büyük bir tarihi hata olmuş. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra, sadece ahşap bir minare yaptırmıştır, o da günümüze gelememiştir. Oysa dizide bugünkü minareler gözükmektedir. Minarelerden ikisinin II Bayezid döneminde, diğer ikisinin ise Mimar Sinan tarafından yapıldığı düşünülmektedir. 


Bu resimdeki gibi tek minareli bir hali gösterilmeliydi.
2- Dizi, Muhteşem Yüzyıl'ın taklidi gibi olmuş. Muhteşem Yüzyıl'ın ilk bölümünde Sultan Süleyman'ın adaletinin herkes için eşit olduğunu, en üst düzeydeki bir görevliyi, bir Kaptan-ı Derya'yı bile gerektiğinde cezalandırabileceğini anlatmak için halka kötü kötü davranan malını parasını gasp eden divan üyesi Kaptan-ı Derya Cafer ağa (İlker Aksum) idam edilmişti, FATİH dizisinde de aşağı yukarı aynı sebeplerle bu sefer Fatih Sultan Mehmet'in adaletini göstermek için vezir Rum Mehmet Paşa idam edildi. Benzerlikler tabi ki bununla kalmadı, akşamcıların takıldığı meyhane bile Muhteşem Yüzyıl'da ki meyhanenin birebir aynısı neredeyse. Padişahı zehirleme ya da başka suikast teknikleri ile öldürme teşebbüsleri de aynı şekilde ve neredeyse aynı sırada işlenmiş. Şehzade anaları arasındaki çekişme de sanki Muhteşem Yüzyıl'dan copy paste yapılmış gibi. Bir an Gülbahar Sultan mı konuşuyor yoksa Mahidevran Sultan mı anlamadım. Çok da eleştirel bakmamak lazım, önünde Muhteşem Yüzyıl gibi bir başarı hikayesi olunca insan ister istemez kıyaslıyor ve benzerlikler hemen dikkat çekiyor ama dizi, Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam adlı dizinin akıbetine uğramak istemiyorsa bayrağı çok daha yukarı taşımalı. Politik bir desteği var mı ya da ilerde ki bölümlerde tarihte geri gitmeler, geçmişi anlatmalar gibi modifikasyonlar ile çıta yükseltilecek mi bilemem ama şimdilik dizi, zehirleme, suikast teşebbüsleri ve şehzade analarının çekişmeleri ile geçecek gibi duruyor.


Çiçek Hatun - Cersei benzerliği
3- Dizi, özellikle "haremi değil Fatih'in siyasi hayatını anlatacağız" ilkesi ile başladı ama şimdilik 1470-1481 yılları arasını anlatacak gibi duruyor. Oysa o tarihler arasında bir diziye konu olup rating almayı başaracak kadar kayda değer hiç bir şey yok. 1453 yılından, fethin hemen sonrasından başlasaydı, en azından Konstantinople'un, İstanbul'a nasıl dönüştüğünü ve şehzadelerin büyümesini izlerdik. 1470-1481 arasında anlatılmaya değer sadece şehzade Mustafa'nın ölümü, Otlukbeli savaşı, Boğdan seferi, Bellini'nin Fatih'in resmini yapması ve Otranto kalesinin alınması var. Bu kadar az olayla işi ne kadar uzatabilirler bilemedim. Ha dizi 1 sezon oynayacaksa o başka tabi. 

4- Başlangıç müziği sanki Game Of Thrones'un başlangıç müziği. O kadar benzeyemez. Gamze Özçelik'de Cersei'ye benzeyince bir an ne seyrediyorum şaşırdım. Halbuki yap Gamze'nin saçlarını topuz, olsun bitsin bu iş, benzerlik falan kalmasın. Çok mu zor yani? Tabi ki değil, ama jenerik müziği de bu kadar benzeyince o zaman demek ki bu işler bilinçli yapılıyor diye düşündüm. Benzesin de üzerine konuşulsun, reklamı olsun deniyor belki de, ama eğer öyleyse bu bana göre çok yanlış. Başarıyla reklam olmalı, bu tür şeylerle değil.


Gemilerin karadan Haliç'e indirilişi
5- Diyalogları da hiç beğenmedim, adeta kalıplaşmış cümleler geçidi olmuş. Aceleye getirilmiş, hiç önemsenmemiş, harala gürele yazılmış gibi sanki. "Ülkeler kılıçla fethedilir ama kanunla yönetilir" den başka bir söz kalmadı aklımda, o da çok vurucu olduğundan değil, dün twitterda herkes onu yazdığından aklıma girdi herhalde. 

6- Fetih 1453 filmi senaryosuz bir filmdi. Kendi blog yazımda da hep onu eleştirmiştim. Fatih döneminde olduğu bilinen olayların arka arkaya getirilmesi ile film oluşturulmuştu. Senaryosuz olduğu için de oradan oraya atlayarak gidiyordu, kopuk kopuktu. Animasyonları ve dövüş kareografileri çok başarılı olduğundan ve filmin büyük kısmı savaşı anlattığından, bilinen hikayeleri ( Hz. Muhammed'in fethi müjdelemesi, Eyüp Sultan'ın mezarının bulunması, Fatih'in Yeşilköy'de atını denize sürmesi, gemilerin karadan denize indirilmeleri vb) art arda ekleyerek işi kotarmaya çalışmışlardı ama FATİH dizisi için bunlar yeterli olmaz. Hem anlatılmak istenen dönem öyle bir dönem değil, hem de bu bir dizi film değil.


7- İyi şeyler yok mu? Tabi ki var. Mehmet Akif Alakurt, tip olarak role çok yakışmış. 20 senedir tahtta olan bir sultana göre biraz fazla abartılı, sanki yeni padişah olmuş gibi oynuyor ama önemli değil, zamanla adapte olacaktır. Kostümler, dekorlar çok güzel. Özellikle kılıç ile dövüş kareografisi, Mutheşem Yüzyıl'daki dövüş kareografilerine beş basar. Muhteşem Yüzyıl'da malesef o işi bir türlü layığı ile beceremediler. Fatih Aksoy belki de en iyi yaptığı işi yapacak ve bize Muhteşem Yüzyıl'da yeteri kadar izleyemediğimiz kısımları gösterecek, yani bol animasyonlu ve dövüşlü bir dizi izlettirecek. 

5 Mart 2013 Salı

Verem günlerinde AŞK. Kelebeğin Rüyası

Zaman, aşkların insanın hayatına bir kez uğradığı, şimdilerdeki gibi hızla tüketilerek değil, kavuşulamadan, doya doya sarılınamadan yaşandığı yıllardır. 1941 Türkiye'sinde, hem ülke tazecik Cumhuriyet olduğundan hem de Avrupa'daki savaşın tüm şiddeti iliklerde hissedildiğinden, mahrumiyetin hakim olduğu, insanların açlıktan sıska, pantolonların iki beden büyük ama dostlukların dev ve insanların mutlu olduğu zamanlardır. Kadınların, sevenlerinin şiirlerinden etkilendiği, mektuplar yazıp beklediği ve yüreğinin yettiğince uğruna herkese göğüs gerdiği yıllardır.

İşte bu yıllarda yaşanır hikayemiz. Zonguldaklı iki şair; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip, Behçet Necatigil’in hocalığında açlığa, işsizliğe, aile baskısına hatta ölüme meydan okuyarak hayallerinin ve onları mutlu eden tutkularının peşinden giderler ve şiirler yazarlar. Dönemin en önemli edebiyat dergilerinden Varlık dergisine çıkabilmek ve memleketin önemli şairleri arasına isimlerini sokabilmek için kıyasıya ama bir o kadar da dürüst ve samimi bir rekabet içinde uyanırlar her sabaha.  Bu iki can arkadaşın hayatı, tüm ahalisinin kömür madenlerinde çalışma mükellefi olduğu Zonguldak'a, gözlerinin içi gülen, cesur, maceracı ve meraklı Suzan’ın gelişiyle değişir. Bu liseli yârin kime yar olacağı hakkında iddialara girilir, olmayan değerli eşyalar ortaya sürülür. Şehirli, zengin kız, kimin şiirini beğenirse onu da beğenmiş olacaktır ama Rüştü bir adım daha realisttir, "fazla kaptırma kendini" der Muzaffer'e.

Tatlı rekabet Rüştü’nün çağın amansız hastalığı veremin pençesine düşmesi ile sekteye uğrar. En büyük destekçileri, akıl ve fikir hocaları Behçet Necatigil’in araya hatırlı kişileri sokması vesilesinde; Rüştü, Heybeliada sanatoryumunun yolunu tutar. Ayrı ayrı yazdıkları şiiri, Suzan’ın beğenisine sunamadan başrol Muzaffer’e kalmıştır. Bir öğleden sonra gizlice birbirlerine doymaya çalıştıkları gözlerden uzak bir kayalıkta, Karadeniz’in hoyrat dalgalarını seyrederlerken, Muzaffer Suzan’a neden hiç gülmediğini sorar. Sevdiği hem yanı başında hem de bir o kadar da uzakta olduğu için içinde fırtınalar kopan küçük hanımın yanıtı çok basittir, “gülmek için bir sebep yok” der, genç kız. Muzaffer ise görür görmez aşık olduğu cananının arkasından mırıldanır, “Sen…Çok güzelsin….Sebepsiz de gülebilirsin.”

Verem, Muzaffer’i de etkilemeye başladığında Behçet Necatigil, onu da Heybeliada sanatoryumuna götürmeye karar verir. At arabası sırtında Zonguldak sahiline indikten sonra, Anafarta adlı gemiyle İstanbul'a doğru yola çıkarlar. O sırada radyolarda Japonların, Pearl Harbor’a saldırdığı haberi duyurulur. Behçet Necatigil, Muzaffer’in yanına gelir ve Avrupa savaşı artık bir dünya savaşı der. Muzaffer’in boşluğa kilitlenen gözlerini görünce de iç geçirir, “ Takma kafana Muzaffer, senin savaşın sana yeter.”

İki kafadar; mahrumiyet sebebiyle kağıt, daktilo hatta yazacak mekan bile bulamadıkları, daktilo ödünç aldıkları, öğrencilerin sınav kağıtlarından sayfa yaptıkları Zonguldak'tan kilometrelerce uzakta, sanatoryumda hem birbirlerine hem de tutkuları olan şiire vücut buldurma imkanına kavuşurlar. Rüştü, kendisi gibi hasta olan Mediha’ya gönlünü kaptırmıştır. Muzaffer ise zaten kendisini tüm çıplaklığıyla görmüş olan Suzan’dan başka biri için yaşamamaktadır. Her şeyden çok şiire aşık iki şair her ne kadar "aşk şiirin bahanesidir" diye dalga geçseler de, yaşadıkları aşk sanatoryumun onlara dar gelmesine sebep olur. Rüştü ve Muzaffer, Mediha’nın taburcu edilmesi ile hastaneden kaçarlar.

İki veremli aşık Mediha ile Rüştü'nün, birbirlerine dokunamadan ve sarılamadan aşklarını yaşamaları, evlenmelerine mani olmaz. Muzaffer ise bir akşam üstü, Kandilli kız lisesi bahçesinde Suzan’ı bekler. Suzan'ın Muzaffer'i gördüğünde sevinçten parlayan gözleri; insanın aşık olduğu, sevdiği, özlediği ama göremediği ve haber alamadığı birini bir anda sürpriz bir şekilde karşısında görmesinin ne kadar güzel bir şey olduğunu bir kez daha anlatır bize. Muzaffer, Suzan’ına kavuştuğu için mutlu ama hastaneden erken çıktığından hastalığı azdığı için umutsuzdur. Mediha ile Rüştü’nün Muzaffer ile Suzan’ın aşkı çok şey yaşanabilecekken, biraz kaderden biraz da fazla aşk yüzünden yaşanamamasının tarifsiz acısını bir kez daha gösterir tüm sevenlerine. Belki de bu yaşananlar yazdırır aşağıdaki dizeleri Behçet Necatigil’e.

Sevgileri yarınlara bıraktınız.
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı
Bitmeyen işler yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz.
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği
Aklınıza gelmezdi
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

---------------------

Kıvanç Tatlıtuğ, Makinist filmindeki Christian Balle edasıyla oldukça kilo vererek hem fiziken, hem de duygusal, içe kapanık ama çocuksu bir espri yeteneğine sahip Muzaffer'i çok iyi etüd ederek ruhen hazır olmuş role. Eğer Türkiye'nin bir Oscar'ı olsaydı, Kıvanç Tatlıtuğ en iyi erkek oyuncu, Mert Fırat ise Rüştü Onur rolünde en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'larını rahatlıkla alırlardı. 


Oyunculukları bir kenara bırakırsak, gerçek hayatta hakkında konuşulan politik ve etnik rolünden bağımsız olarak sadece sinemacı gözüyle yorumlarsak, Behçet Necatigil'e can vermiş olan Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası filmiyle müthiş bir iş başarmış. Uzun bir film gibi görünmesine rağmen su gibi aktı, kostümleri, çekimleri, müzikleri, mekanları, oyuncuları ve oyunculukları ile bizi 70 yıl geriye götürdü ve mahrumiyet yıllarının Türkiye'sinde vatandaşların ülkeleri için neler yaptıklarını, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde nasıl bir modernlik seviyesinde olduğumuzu, kısaca o zamanki tadı, dokuyu en derinlerimizde hissetmemizi sağladı. 

Olağanüstü bir sinemacılık başarısı gösterdiği için kendisini tebrik ediyorum. Müthiş bir emek sarfedilmiş olan Kelebeğin Rüyası, öncelikle daha nice böyle filmler yapılabilmesi, sonrasında da aşk nasıl yaşanırmış öğrenilebilmesi için muhakkak görülmesi gereken bir film.


Tolga AYKUT

26 Şubat 2013 Salı

Ev aldık ama komşu almadık, alamadık.


Spordan, politikadan, sinemadan, sanattan, aşktan, meşkten ve ilişkilerden konuşup da paradan, puldan, evden barktan konuşmamak olmaz, bu sefer biraz da finans konuşalım istedim. Uzun yazmış diye ürkmeyin, bir anda yazının sonuna geleceksiniz bana inanın. Bakalım diğer konular kadar ilgi çekici olacak mı?

2008 Senesinde ABD’de başlayan mortgage krizi, finans piyasalarını alt üst etmiş, neticesinde özel sektöre bulaşmış, oradan Avrupa’ya sıçramış ve devamında da bütün dünya borsalarının düşmesine, şirketlerin batmasına, milyonlarca kişinin işini ve evini kaybetmesine sebep olmuştu. 

Bilmeyenler,  unutanlar ya da finans piyasalarının karmaşıklığı sebebiyle anlayamayanlar için ilkokul düzeyinde krizi şöyle anlatabiliriz. Amerikan aileleri mortgage adı verilen banka kredileri ile evler aldılar. Bu alımlar sebebiyle oluşan talep yüzünden de ev fiyatları arttı. Fiyatların artması ise kredi kullananların ek krediler almasını sağladı. Sayısal örnekle açıklarsak 200.000 dolar değerinde ev alan bir aile, Amerika’da % 90 oranında kredi kullanılabildiği için 180.000 dolarlık banka kredisi kullandı. Talep yüzünden evlerinin değeri bir zaman sonra 300.000 dolara çıktığında, kredi mevzuatı % 90 kredi kullanımını desteklediği için bu sefer 270.000 dolarlık kredi kullanabilir hale geldiler. 90.000 dolarlık ek krediyi kullanarak evlerini dekore ettiler ya da parayı güzelce çıtır çıtır yediler. Bankalar ise bu faizi karlı mortgage işini, bonoya çevirip alınır satılır bir enstrüman haline getirdiler ve diğer bankalara sattılar. İşler öyle bir hal aldı ki, değerinin çok üstüne çıkan bir ev için, satıldığında hiçbir şekilde kapanamayacak büyüklükte krediler kullanılmış oldu ve bu kredi riskini de faizi karlı mortgage bonolarını alan bütün bankalar yüklenmiş oldu.

Saadet zinciri bir gün koptu ve ev fiyatları düşmeye başladı. Bankalar düşen fiyatlar yüzünden kredileri geri çağırdılar ama aileler ödeyemediler. Bu sefer bankalar, evlere el koymaya ve evleri satarak paralarını kurtarmaya çalıştılar ama bankalar tarafından satılan her ev, gayrı menkul piyasasını daha da aşağıya çekmeye başladı. Ev fiyatları düştükçe bankalar ve aileler batmaya başladılar. Mortgage’in çok yoğun olmadığı Avrupa’da bankalar yabancı rakiplerinin elde ettikleri karlardan geri kalmamak için, ABD mortgage bonolarını almışlardı, dolayısıyla krizden onlar da etkilendiler. Avrupa’da da bankalar batmaya ve insanlar işlerini kaybetmeye başladılar. Bankaların batması, şirketleri de batırıyordu. Tüm dünyanın üretiminin en büyük alıcısı olan Avrupa ve ABD’de kriz olması, üretici olan Uzakdoğu’yu da vurmaya başladı. Kriz bir virüs gibi ABD’den, Avrupa’ya oradan da tüm dünyaya yayılmıştı.

Biz Türkiye olarak bankacılık alanındaki krizimizi 2001 senesinde yaşadığımız ve mortgage denilen olay Türkiye’de çok yeni olduğu için, reel sektör yani ticaret yapan şirketler hariç krizden çok etkilenmedik. Evet, yabancı yatırımcıların satışları yüzünden borsamız çöktü, ama çok kısa zamanda tekrar toparladı. Bankalarımız batmadı, devlet ekonomik olarak güç kaybetmedi. 

Finansal sistemin mucidi olan ABD, krizden çıkmanın yolunu kısa zamanda buldu. ABD dolarının tüm dünyada geçerli olmasını fırsat bilerek, para bastılar ve bankalarındaki batık mortgage bonolarını satın aldılar. Batan bankalar ve şirketler ya devlet desteği gördüler, ya da daha güçlüler tarafından satın alındılar. Aynı taktiği Avrupa’da denedi ama farklı ekonomilere sahip olmasına rağmen tek para birimi kullanıyor olmak Avrupa’ya yaramadı. Birlik içindeki ekonomisi bozulan ülkeler, kıtayı zor durumda bıraktılar.

Tüm bu yaşananlar ve basılan paralar sonunda aslında pislik halının altına süpürülmüş oldu. Karşılıksız para basılması sebebiyle yaşanan para bolluğu, aslında çok sıkıntı yaşamamış şirketlerin hisseleri ucuzladığı için sermaye piyasalarına aktı ve borsalar ralli yaptılar, tüketim arttı, ticarete can geldi. Tüm dünya 2009’u yara sarmakla, 2010-2011-2012' yi ise kayıpları telafi edip, üste para kazanmakla geçirdi.

Türkiye’de ise uygulanan politikalar sonucu refah artmış gibi göründü. Aslında biraz da arttı ama göründüğünden çok daha az olduğundan emin olabilirsiniz. Bugüne kadar devletten aldığı faiz ile para kazanan rantiye kesim, düşen faizler sebebiyle eski tatlı karı elde edemeyince başka mecralara soyundu. Borsa, yerli yatırımcıyı yıllar içinde defalarca sopaladığından, ve zarar etme kağıt üstünde hemen belli olduğu için, faiz sebebiyle her ay alacağı parayı bilen kesim, başka bir aylık gelir getiren gayrı menkul sektörüne girdi. Bankalarda faiz almak için bekleyen milyarlarca TL, deprem riski yüzünden haklı bir sebebi de olan inşaat sektörüne akmaya ve projelerini finanse etmeye başladı. Neticede 2-3 sene gibi kısa bir zamanda milyon dolar altında satılan evler gecekondu muamelesi görmeye başladı. Bir evin maliyetini belirleyen unsurlar inşaat maliyeti ve arsa maliyeti olduğundan, talep artması sebebiyle inşaat malzemeleri ve arsa fiyatları da artmaya başladı. İnşaat şirketleri her yeni projeye daha fazla çimento, demir vs parası ödeyerek ve daha fazla arsa parası ödeyerek başlamak zorunda kaldılar. TOKİ ise bir anda Türkiye’nin en büyük arsa spekülatörü oldu ve kat karşılığı inşaat şirketleri ile ortak olmaya başladı.

Gayrı menkul sektörüne ilginin artması, adını bugüne kadar hiç duymadığımız inşaat şirketlerinin türemesine, dev dev projelerin hayata geçmesine ve eli azcık para tutan biraz da cesareti olan herkesin müteahhit olmasına olanak tanıdı. İstanbul’un her yerinde villa ve residencelar pıtırcık gibi çoğaldılar. Satılan dairelerin lansman fiyatı ile bitmiş fiyatı arasında 5 kata kadar ulaşan artışlar gözlenmeye başladı. Bugüne kadar da, 1-2 kötü tecrübe hariç, pek bir aksaklık çıkmadan gelindi ama bizdeki bu saadet zinciri ne zamana kadar devam edecek?


Gayrı menkul sektöründe uzun vadede evi kime sattığınızın çok önemi vardır. Evi satın alan kişinin sektöre etkisi; oturacaksa başkadır, kiralayacaksa başkadır, fiyatlar arttığında satmak için almışsa yani yatırımcıysa bambaşkadır. Konut işinde en çok arzu edilen, satın alan kişilerin bu konutlarda oturmalarıdır. Doğru amaç da bu değil midir zaten? Herkesi ev sahibi yapmak. Fakat konut açığı olduğu söylenen İstanbul’da bu açığın büyük bir kısmı artık doyurulmuş gibi görünüyor. Halk 4-5 senedir alacağı kadar evi aldı, alamayanlar ise zaten bu fiyatlardan alabilecek gibi durmuyorlar. Şimdi işler biraz daha riskli bir boyut almaya başladı. Artık konut projeleri eskisi kadar çabuk satılmıyor. Çok büyük beklentilerle başlayan yatırımların sonunda biten binalar hayalet kuleler gibi görünmeye başladılar. İnşaat şirketleri artık maketten projenin tamamını satamıyorlar. Lansman döneminde sattık denilen kısımlar, yatırımcı olarak girdiği her projeden 20-50 hatta 100 ev alan kişilerin aldığı daireler. O kişilerin de amacı, lansman bitince müteahhit firma fiyatları arttırmaya başladığında kar elde ederek tekrar satmak. Eskiden müteahhit firma tüm projeyi sattığından, alan yatırımcıların sonrasında ne yaptığıyla ilgilenmiyordu ama artık o yatırımcılar, müteahhit firma için birer rakip olmaya başladı. En son Kadıköy ilçesinde kentsel dönüşüm şemsiyesi altında başlayan yapılaşma, vadede çok daha fazla evin satışa çıkarılmasına neden olacak. Esas kentsel dönüşüm bölgeleri olan Fikirtepe ve Kartal’da yapılması planlanan konutların ve Avrupa yakasında yapılması planlanan büyük projelerin kimlere satılacağını hiç sormuyorum bile. Bazılarınız, yabancıya konut satışına izin verildi, onlar gelir alır diyebilir ama İstanbul’da ev almayı düşünecek yabancıların, birkaç butik proje haricinde başka konutlarla ilgileneceklerini hiç sanmıyorum.  Zaten kanun çıktığından beri de öyle projelerin kökünü kurutacak bir alım da görülmüş değil. Biz yabancılara plaza katı satalım derken, ilerde yalılarımızı, zengin araplara kaptırmayalım da.


Tekrar yerelden globale, mikrodan makroya geçmek gerekirse, basılan paralar neticesinde artan borsalar da zirvelere gelindi, ve oralardan dönüşler bile başladı. Ekonomiler hala kırılgan ve uzun bir süre daha da tam olarak virüsü atlatmış değil. Mikrop bir süre vücutta uyudu ve uyanması da an meselesi.  Türkiye’de ise inşaat şirketleri, bisikletin pedalını çevirmezlerse düşecekleri korkusuyla sürekli yeni projelere giriyorlar; fakat inşaatı bitmeye yaklaşmış ama satışı devam eden mevcut projelerde fiyatlar eskiden başlangıç fiyatının 3-4 katına çıkarken şimdi ise ciddi fiyat düşüşleri görülüyor. İnsanlar düşük faiz ortamı yüzünden kaçırdıkları karları gayrı menkule yatırım yaparak yerine koyabileceklerini düşündüler ama 2011 ve 2012 de konut alanların çok büyük çoğunluğu şu an o konutları aldıkları fiyata bile satamayacak durumdalar.

Şimdilik kırık sıcak, ağrısı pek anlaşılmıyor. Gayrı menkul fiyatları borsa ekranındaki şirket fiyatları gibi anlık görünmediğinden yatırımcılar zararlarını çok hesap edemiyorlar ya da ümitleri hala yüksek ama benim yıllar içerisinde borsadan öğrendiğim bir şey var. Global çapta hareket eden büyük sermayeler, borsalar, döviz, gayrı menkul ve emtialar gibi fiyatları düşüp çıkan enstrümanlardan para kazanır. Ucuzken pozisyon alır, fiyatlar artınca da satarak karı cebine koyar ve tekrar pozisyon alabilmek için yine fiyatların düşmesini ister ve bunu da bir şekilde sağlar. Yani dünyada hiçbir şey sonsuza kadar düşmez ve hiç bir şey de sonsuza kadar çıkmaz.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Umut Işığım


Şahan Gökbakar’ın Celal ile Ceren adlı filminin galasında başrol oyuncusu Ezgi Mola, “herkesin bir Cereni olmalı” demiş. Celal ile Ceren filmini henüz seyredemedim, ve neye dayanarak öyle dedi hiç bir fikrim yok ama şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki bence herkesin bir Tiffany’si olmalı.

Umut Işığım, bu senenin Oscar adayları arasında ve ben vizyona gireli epey olmasına rağmen yeni seyretme fırsatı bulabildim. Bugüne kadar hep muzip, yakışıklı rollerini canlandıran Bradley Cooper’ a orijinal adı “Silver Linings Playbook” olan filmde, Robert De Niro, daha önce buradan size anlattığım Hunger Games filminden Jennifer Lawrence, Hollywood'un çenebazı Chris Tucker ve Jacki Weaver eşlik ediyor.

Bradley Cooper yani Pat, karısını kendi evinde, duşta hiç de yakışıklı olmayan ve bir o kadar da pişkin bir adamla basıyor, hem de fonda kendi düğün şarkıları çalarken. İşte o an bir fırtına kopuyor ve Pat gösterdiği şiddet yüzünden 8 ay rehabilitasyon kliniğine gönderiliyor ve eşine 150 metreden fazla yaklaşması da yasaklanıyor. Biz filmde bu 8 aylık rehabilitasyon bittikten sonrasını izlemeye başlıyoruz.

Güçlü olsun zayıf olsun, güzel olsun çirkin olsun, zengin olsun fakir olsun toplumdaki bireylerden laf ola dünyaya gelmiş olanların değil de gerçekten yaşıyor olanlarının bir şekilde aşk acısı çektiğini düşünüyorum. İşte bu film o insanların yaşadıkları dertlerin başka bir yüzünü bizlere aktarıyor. Pat, karısının aşığını dövdüğü için rehabilitasyona kapatılınca bütün bir tedavi boyunca karısını yeniden kazanmanın hayallerini kuruyor. Öyle ki karısının o 8 ay boyunca bir kere bile ziyarete gelmemesini, 1 kere bile mektup yazmamasını, hatta evlerinden bambaşka bir yere taşınmasını ve 150 metre uzaklaştırma emri çıkartmış olmasını bile hiç önemsemiyor, hatta aklına bile getirmiyor. Tek derdi, klinikten çıktığında karısı Nikki ile konuşmak, kendisinden özür dilemek ve kendini çok sıradan olduğuna inandırdığı, her evlilikte olabilecek bu basit kavgayı unutturup yeniden mutlu bir çift olmak. Pat’in bu ulvi yaklaşımı hepimizin içinden inşallah dememizi sağlıyor ama biz olaya dışarıdan daha realist gözle bakan izleyiciler olarak; Nikki’nin, Pat’den çoktan vazgeçtiğini çok net görebiliyoruz. Kaldı ki Pat’in annesi Jacki Weaver ve babası Robert De Niro’da oğullarını elden geldiğince malum olana alıştırmaya çalışıyorlar ama nafile. Pat karısını seviyor, ve karısının onu affedeceğine ve ona geri döneceğine inanıyor. Hatta ona göre hiç sıkıntı yok.

İşte filmde anlatılanlar içinde beni en çok düşündüren bu mesajdı. İnsan gerçekten sevdi mi, inanmak istiyor.  Kendisinden başka herkes gerçeği görse de, seven kişi, kendini kandırmada, hayali bir gerçeklik yaratmada o kadar becerikli oluyor ki, kimse kendisini yolundan edemiyor. Her gelişmeyi, olumsuz olsa bile olumluya yoruyor. Hatta günümüzde olumlama adıyla kendine yer bulan, iyi düşün iyi olsun, enerjinle kendine çek, pozitif ol gibi düşünceleri kendine mesnet alarak, kendisine kaçınılmaz sonu anlatanları bile tersliyor. Burada aslında beynin ne kadar güçlü ve çetrefilli bir organ olduğunu bir kez daha görüyoruz. Hani birine 100 kere deli dersen deli olduğunu düşünür derler ya aynen orada da olduğu gibi, kişi düşündükçe, hayalini kurdukça, daha çok inanmaya başlıyor ve inandıkça da gerçekliği değişmeye başlıyor. Bir süre sonra hayallerindeki düşünceler ona gerçek gelmeye başlıyor ve beyin insana sanal bir gerçeklik yaratıyor. İnsan düşünerek ve kendisini buna inandırarak olmayanı oldurduğunu düşünüyor. Bunun bir adım sonrası tabi ki delilik ya da şizofreni. Kendisini Napolyon ya da Don Kişot sanan insanların geçtiği yollar bu yollar aslında. Kitabı ya da biyografiyi okuduktan sonra o kadar etkisinde kalıyor ki, bir süre sonra bu etki hayal kurmasına ve sonra da bu hayale inanmasına sebep oluyor. Tabi ki her kendini kandıran insan sonunda delirmiyor, şizofrenlik ya da delirme çok öte bir durum ama kendini kandırma ve hayali gerçeklere inanıp bu minvalde davranışlarda bulunma bu merdivenin ilk basamakları sayılabilir. Daha güçlü ve tecrübeli olanlar bu, kendini dolduruşa getirme tuzağından kurtulmayı başarıyorlar ve geç de olsa kendileri için doğru kararı alıyorlar ama arada sevgi var ise muhakkak bir geç kalınma oluyor. Dediğim gibi, seven insan, inanmak istiyor.


Her neyse ki, artık Allah tarafından mı yoksa ailesi tarafından mı yollandığı belli olmayan Tiffany, olaya el koyuyor da benim herkesin bir Tiffany’si olmalı lafım bir anlam kazanıyor. Tiffany, aslında daha zor durumda; kocası, kendisini mutlu etmek için uğraşırken trafik kazası geçirip ölmüş bir polis. Tiffany bu travma ile bambaşka bir şekilde mücadele vermiş ama gelinen noktada gerçekliğe kavuşmuş ve ilerlemiş. Pat’in hayatına girerek onu kendi Wonderland'inden çıkarıyor ve biraz ali cengiz oyunlarıyla, biraz da uğruna mücadele edeceği başka bir amaç vererek Pat’in kendisini bulmasını sağlıyor.

Film, Pat’in durumundan kendimize pay çıkardığımız ölçüde, zaman zaman gözlerimizin dolduğu, boğazımızın düğümlendiği, zaman zaman ise kahkahalarla güldüğümüz başarılı bir yapım. Özellikle Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve Jacki Weaver çok çok başarılı bir oyunculuk sergilemişler. Bradley Cooper, bugüne kadar canlandırdığı alışılmış rollerinin dışına çıkarken psikolojik rollerin de altından kalkabileceğini hem kendisine hem de Hollywood’a ispat etmiş. Jennifer Lawrence, Hunger Games’deki ok atan küçük kız değil artık, büyümüş ve fıstık gibi bir hatun olmuş. Robert De Niro ise aynı, hep bildiğimiz bol mimikli De Niro. Chris Tucker ise 1000 kilo mu almış ne, o cırtlak sesi olmasa gerçekten tanıyamazdım.

Yukarıda da anlattığım gibi aşk acısı, sevdiğine sahip olamama ya da kaybettikten sonra geri kazanma çabaları her kesimden insanın hayatında bir ara tecrübe edilmiştir. İşte o anlarda, herkesin bir Tiffany’si olmalı sana Morpheus gibi “Welcome to the real world” demeli ve sana aslında neyin kıymetli olduğunu göstermeli. 

29 Kasım 2012 Perşembe

Contemporary İstanbul 2012


Bir Contemporary İstanbul sanat fuarını daha geride bıraktık. Türkiye’de son yıllarda hızla artan sanat ilgisi bu tür fuarlarda da kendini belirgin bir şekilde hissettiriyor. Art Beat, Contemporary İstanbul, Tüyap sanat fuarı, Abdi İbrahim’in sponsor olduğu Van Gogh sergisi, Sakıp Sabancı Müzesinin sponsor olduğu Rembrandt ve çağdaşları ve Claude Monet sergileri bu sene bizleri sanata doyurdu ve daha ilgisiz olanların bile ilgisini çekti.
Bu seneki Contemporary İstanbul sanat fuarından, bir  koleksiyoner gözüyle, kendi şahsi görüşlerimden bahsetmem gerekirse, maalesef çok etkilenmedim. Geçen seneki fuar bence çok daha başarılıydı. Özellikle üst katı daha ticari, alt katı daha ise sanatsal bulduğumu söyleyebilirim.  Aklımda yer edecek kadar beni etkileyen işlerden kısa kısa bahsetmem gerekirse, üst katta Dirimart Galeri de çok güzel bir Ramazan Bayrakoğlu işi vardı ve insanın baktıkça bakası geliyordu. Standın dış duvarında da Andreas Gursky'nin 400.000 euroya satılan Bangkok No.4 adlı işi vardı. Olcay Art’da Devrim Erbil hocanın İstanbul manzaralarını kendi tekniğiyle resmettiği işler vardı. Değerli sanatçı Burhan Doğançay’ın olduğu bölümde ressamın yeni işleri sanatseverlerin ilgisine sunulmuştu. Laurence Jenkell’in bonbonlarıyla dolu pavyon, işlerin parlak kırmızı renkte olmaları sebebiyle dikkat çekse de bana biraz ticari geldi. Her ebattan bonbonun yer alması bende sanki sanat pavyonu değil de, hediyelik eşya dükkanı izlenimi yarattı. Seri üretime dönmüş sanat beni biraz itiyor. Ansen yine geçen seneki gibi microbigslerden oluşan işlerini sergilemişti. Galeri Merkür'ün standında Ziya Tacir'in etkileyici bir fotoğrafı, Seçkin Pirim'in küçük bir duvar işi ve Ebru Döşekçi'nin parlak kırmızı bir heykeli vardı. Diğer bir pavyonda bulunan Mehmet Güleryüz’ün diptik dev resmi belki alınacak eserler arasındaydı ama onun haricindeki üst kattaki çoğu eser müzayedelerde ya da galerilerde görülecek sıradanlıktaydılar.
Alt kata gelince bu sene sevgili Oktay Duran, Art On galeri olarak yine çok güzel bir sergi alanı oluşturmuştu. Konusunun en uzman isimlerinden biri olan Özlem Ünsal’ın eserleri optimum bir şekilde yerleştirmesi sonucu; bir tarafta iç açan renkleri ve sarhoş eden perspektifi ile Burcu Perçin’in fuarın ilk günü satılan işi, bir tarafta gerçek mi fotoğraf mı, resim mi ayırt edemediğiniz bir Yahya Bağçı işi, bir diğer tarafta ise Kemal Seyhan’ın defalarca boya üstüne boya vurarak yaptığı kan kırmızı bir tuval işi pavyona girer girmez göz alıyordu. Yahya Bağcı, yeni işlerinde evlerdeki vitrinlerin ya da gümüşlüklerin fotoğraflarını çekip bu resimleri hiper realist bir teknikle tuvale aktararak bambaşka bir seri oluşturmuş. Art On galerideki işi de dikey bir resim olduğundan, belli bir mesafeden baktığınızda sanki evin bir duvarında bir gümüşlük varmış etkisi yaratıyordu. Ben şahsen işçilikten de teknikten de çok etkilendim.
Art ON Galerideki eserlerden bir kısmı. Soldan sağa, Burcu Perçin, Kemal Seyhan ve Ali Alışır.
Alt kattaki pavyonlardan biri de H.R. Giger, Yüksel Arslan ve Ahmet Güneştekin’in eselerinin sergilendiği Mim Art galeriydi. Ahmet Güneştekin, Antrepo 3 teki Yüzleşme isimli dev sergisinin yanı sıra son dönem işleri ile Contemporary İstanbul’a da katılmış. Bir diğer sanatçı Giger ise (ünlü yönetmen Ridley Scott’un, Alien’inin yaratıcısı) bir resim, üç küçük, bir de büyük heykel ile Mim Art Galerinin duvarlarını süsledi. Mim Art Galeri’de en beğendiğim işler ise, Fransa’da yaşayan değerli sanatçımız Yüksel Arslan’ın kataloge işleriydi. Müzayedelere çok nadir çıkan, aranıldığı zaman kolay kolay bulunamayan bu sanatçının güzel ve kataloge işlerini sanatseverlere sundukları için Mim Art Galeri’yi tebrik etmek gerekir.
Sonuç olarak baktığımızda % 65 satış ortalaması yakaladığından bahsedilen Contemporary İstanbul 2012, galerileri tatmin etmiş olabilir ama 2011 deki fuara kıyasla bir koleksiyoner olarak beni çok tatmin etmedi.  Hepsi diyemem ama birçok sanatçının para eden işlerinin üretimini devam ettirdikleri bir fuardı bana göre. 2013 de çok daha güzel bir fuar görmemiz dileğiyle, herkese sanat dolu günler dilerim.

20 Kasım 2012 Salı

Muhteşem Yüzyıl mı? Yoksa sonun başlangıcı mı?


Toprakları üstünde birçok etnik kökenden ve milletten insanın rahat ve huzur içinde yaşadığı, üç kıtaya hükmetmiş bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun, en parlak dönemini anlatan meşhur bir dizimiz var. Göz alıcı dekorları, birbirinden çarpıcı kostümleri, güçlü kadrosu ve sürükleyici anlatımıyla ben dahil milyonları ekrana kilitleyen bu dizi, zaten sayısız kitap okuyup senaryo yazacak kadar tarihe meraklı olan bendeniz de, o dönemle ilgili de sayısız kitap okuma isteği yarattı.

Anadolu’da küçücük bir beylik iken, İslamiyet’i yayma adına yapılan savaşlarla, diğer beylikler arasından sıyrılan, toprakları büyüdükçe güçlenen, güçlendikçe büyüyen ve zamanla tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı, aslında birbirinden enteresan hikayelere sahip.  Bu hikayelerden en ilginci de tabi ki en uzun süre (tam 46 yıl) tahtta kalmış ve hükümdarlığı sırasında da Devlet-i Aliye'nin en geniş topraklara sahip olmasını sağlamış Kanuni Sultan Süleyman'a ve onun eşi Hürrem Sultana ait.

Okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyenleri, tarih romanı değil, tarihin romanını yazdığını söyleyen değerli yazar Cahit Ülkü’nün kitapları “Son Hazaryalı” ve “Suların Getirdiği Padişah” adlı kitaplar oldu. Yazarın, bu iki kitabın haricinde, “Pargalı İbrahim Paşa” ve “Rüstem Paşa” adlarıyla iki kitabı daha var. Cahit Ülkü, anlaşıldığı üzere tamamen Sultan Süleyman dönemi üzerine ciddi araştırmalar yapmış ve o dönemin karakterleri ile ilgili romanlar yazmış. Özellikle “Son Hazaryalı” daha bir Hürrem romanı ve 12 sayfalık kaynakçasıyla, tarih romanı değil, tarihin kendisinin roman haline gelmiş şekli olduğuyla da hayli iddialı.

Tabi, blogumdaki bir önceki “Tarih tekerrürden ibaretse, hangi tarihi dikkate almalıyız?” adlı yazımda da belirttiğim gibi; konu tarih olunca, o zamandan bu zamana kadar süregelmiş kaynaklar ve belgelerin doğruluğuna ve onların mantıklı bir şekilde yorumlandığına kendimizi teslim etmek zorundayız. Buradan yola çıkarak, Muhteşem Yüzyıl dizisini merak ve ilgi ile izleyenlere, tam 207 ayrı kaynaktan yararlanılarak yazılmış “Son Hazaryalı” adlı romandan bazı ilginç bilgiler vermek istedim.

Hürrem, yani kitaptaki adıyla Roza, bir dönem Hazar denizinin kuzeyinde hüküm sürmüş Hazarya devletinin son hanlarından Ivan’ın kızı. Hazarya, Musevi bir devlet ve o dönem, Hristiyanlardan çok zulüm gördükleri için zamanla güçsüzleşmiş ve dağılmış. Hayatta kalan son Han’ın en büyük hayali ise bir gün yeniden Hazarya devletini kurmak. Bunun için de, kızı Roza’yı, Museviliğin en rahat yaşandığı Osmanlı topraklarına yollamak, hatta sadece yollamakla kalmayıp, aynı zamanda Roza’nın Devlet-i Aliye’nin hükümdarı, Sultan Süleyman Han’ın en yakın arkadaşı ve has odabaşısı Pargalı İbrahim’in de eşi olmasını istiyor.

Eskiden kendisine sadık olup da şimdi Osmanlı akıncıları içinde yer alan bir cengaverden de sözde Roza’yı kaçırmasını ve bir savaş ganimeti gibi Pargalı İbrahim’e sunmasını istiyor. Planı aynen gerçekleşse de, Pargalı, kendisine getirilen bu kızıl dilberi kendine layık görmeyip hünkarına sunuyor ve Ivan istedi bir göz, Allah verdi iki göz şeklinde bir durum oluşuyor.  Hazarya devletini kurma heyecanıyla cihan imparatorunun karşısına çıkan Roza bütün hünerlerini konuşturuyor ve sultanı kendisine aşık ediyor. Zaman içerisinde ilk şehzade Mustafa'nın annesi Mahidevran ile yaptığı kavgalardan galip çıkmasıyla, saraydaki konumu güçleniyor ve şehzadeler doğurdukça Sultan Süleyman üzerindeki etkisi artıyor ama bir türlü padişahı eski Hazarya devletinin olduğu topraklara göndertip, oralarda babasının kurduğu hayalin gerçeğe dönüşmesini sağlayamıyor. Mehmet ve Mihrümah doğduktan sonra, babası Ivan’ın yanındayken tanıdığı ve aşık olduğu Hazaryalı doktor Agustinho, kendisini Hürrem'in kardeşi gibi tanıtıp sarayda Roza’yı ziyaret ediyor. Bu bölümler aslında Muhteşem Yüzyıl dizisinde ressam Leo adıyla, belki de toplum korkusuyla, biraz farklı bir şekilde anlatıldıysa da Cahit Ülkü’ye göre aslında gelen Hazaryalı doktor Agustinho. Hürrem, Agustinho’yu görünce hem aşkı depreşiyor hem de Süleyman Hazar devletinin kurulmasını sağlamadıysa belki oğlu sağlar diyerek Agustinho ile birlikte oluyor. Böylece Sultan Süleyman’a hiç benzemeyen ve safkan Hazaryalı Selim doğuyor.

Artık Hürrem’in önünde hayallerini gerçekleştirmek için bir tek adım kalır o da safkan Hazaryalı oğlunu, Selim’i sultan yapmak. Bunun için önce Mahidevran’ın oğlu Mustafa’dan kurtulmalı ama ondan önce şehzade Mustafa'nın en büyük koruyucusu Pargalı İbrahim’in işini bitirmelidir. Zaten yıldızı barışmadığı Pargalı, Süleyman ile oyun oynadığı bir gecenin sabahı boğazlanmış olarak bulunur. Pargalı’nın ölümüyle boşalan vezir-i azamlık görevine, Mihrümah ile zorla evlendirdiği Rüstem Paşayı geçirtir. Rüstem Paşa ise Hürrem’in bu iki iyiliğini karşılıksız bırakmamak için artık Hürrem’in kuklası haline gelir. Zaman içerisinde şehzade Mustafa’nın katibinin el yazmalarını ele geçirip yazısını taklit etmeye ve şehzade Mustafa’nın sahte mührüyle babası Süleyman’a Mustafa'nın ağzından mektuplar yazmaya başlar. Mektuplarda şehzade babasının artık yaşlandığını, tahtı kendisine bırakması gerektiğini söyler. Süleyman’ın sert dille şehzadesini azarladığı mektuplar ise hiç Mustafa’ya ulaşmaz, böylece İstanbul’da babasının kendisine bilendiğinden habersiz kalır. Bir gün Süleyman daha fazla dayanamaz ve kararını verir. Ya oğlu onu öldürecektir, ya da o oğlunu. Mustafa’yı otağında huzuruna çağırdığı bir gün yedi iri cellat, Mustafa’yı, belki de sultan olsa, Devlet-i Aliye’yi çok daha ileri götürecek kadar değerli bir şehzadeyi hakkın rahmetine kavuştururlar. Süleyman perdenin arkasından oğlunun cansız bedenine bakarken sakat doğan en küçük şehzade Cihangir çadıra girer ve abisinin naaşını gördüğünde babasına oğluna nasıl kıydığı hakkında veryansın eder. Süleyman o sinir boşalımıyla oğluna sert bir tekme atar ve zaten sakat olan Cihangir yediği tekme ile oracıkta ölür. Mustafa’nın ölümüyle iyice gözden düşen Mahidevran Edirne sarayına sürülür. Artık padişahlık için en büyük aday, Hürrem’in büyük oğlu Mehmet’tir ama o da kaderin acı bir oyunu ile attan düşerek ölür. Geriye sadece Selim ile Beyazıd kalmıştır. Hürrem’in bu ikilideki tercihi çok nettir. Hazarya devletinin yeniden kurulması için safkan Hazaryalı Selim tahta geçmelidir. İki şehzade arasında hep Selim’in adını öne sürer, zaten yaşça büyük olan da o dur. 

Süleyman zamanla Beyazıd’ı gözden çıkarmaya başlar. İki kardeş arasında yapılan savaşlarda hep Selim’e destek olur. Beyazıd en son, İran şahı Tahmasb’a sığınmak zorunda kalır. Tahmasb, Beyazıd’ı 20.000 askeri ile sarayında konuk eder. En yakın adamlarının “şehzadem bir onay verin, 20.000 askerle Tahmasb’ın sarayını ele geçirelim. Babanız, İran’ı fethetmiş bir şehzadeye hayır diyemez, bir anda hem batının hem doğunun hükümdarı olursunuz.” telkinlerine, “bize konukseverlik gösteren bir ev sahibine bu hainliği yapamayız” deyip reddeder, ama o Tahmasb onun için aynı asaleti göstermez ve zaman içinde gelişen dostluklarına binaen şehzadenin askerlerini ödünç alarak kısa görevler için İran’ın belli yerlerine gönderir ama giden hiçbir asker geri dönmez. Sonrasında da askersiz kalan şehzadeyi Süleyman’dan gelen bir ferman ile hapseder. Daha sonra ise İstanbul’dan gelen cellatlar, hem şehzadeyi hem de ailesini katlederek, tahtın tek varisinin Selim olmasını sağlarlar.

Beyaz'ın iki dakika da Yaprak Dökümü, ya da iki dakika da Kuzey Güney'i anlatması gibi hızlıca anlattığımdan çok daha fazlası var Cahit Ülkü’nün kitaplarında. Okuması kolay, dili akıcı. Muhteşem Yüzyıl dizisinde bu anlatılanların ne kadarı beyazcama yansıyacak, ne kadarı halkın tepkisinden korkularak es geçilecek bilemiyorum ama çok da tepki gösterilmeyi gerektirecek bir durum olduğunu sanmıyorum. Sonuçta sultanlara şehzade veren harem gözdelerinin tamamının gayri Müslim olduğu bir dönemde Selim safkan Hazaryalı olmuş olmamış ne fark eder? Tam 207 kaynaktan yararlanılarak yazılan “Son Hazaryalı’nın” anlattıkları bana ilginç geldiği için buradan okuyanlarla da paylaşmak istedim. 

Bize bugüne kadar öğretilenlerden çok daha farklı ve çok daha şaşırtıcı olan bütün bu anlatılanlardan sonra insan kendi kendine sormadan edemiyor; acaba Süleyman 46 sene tahtta kaldığı için mi, o tarihten sonra imparatorluk bir daha hiç aynı parlak günlerini göremedi? II. Murat’ın tahtı Fatih Sultan Mehmet’e bıraktığı gibi, o da ölmeden tahtı en iyi yetişen oğluna bıraksaydı, Devlet-i Aliye için daha mı iyi olurdu? Yani muhteşem yüzyılı yaratan cihan imparatoru, hırsıyla bilmeden o imparatorluğun gerçek anlamda başarılı son imparatoru mu olmuştu? Yani muhteşem yüzyıl, aslında bir bakıma sonun başlangıcı mı oldu? Maalesef hiç bir zaman bilemeyeceğiz.