
Roma’da
birbirinden farklı 4 hikaye işleniyor. Küçük kasabalarından büyük şehir Roma’ya
gelen çiçeği burnunda karı koca, kendi halinde bir memur ve ailesi, Amerikalı
bir turist ve onun adres sorarken aşık olduğu Roma’lı genç ve aileleri ve son
olarak da ünlü bir mimar ve onun ağabeylik! yaptığı gençlerin yaşadığı aşk üçgeni.
Küçük
kasabalarında naif bir aşk yaşayan ve bununla da son derece mutlu olan genç
evliler, büyük şehre gelince doğal ortamlarından ayrılmalarının getirdiği
şaşkınlık ve saflıkla dejenerasyon yolunda adımlarını atıyorlar. Genç koca,
ailesinin ün, karizma ve gösteriş dünyasına adapte olamayıp, içinde bastırdığı
cinsel tecrübesizlik ile savaşırken, eşi ise ünlülere hayran olmanın getirdiği
iştah ile neye niyet neye kısmet diyebileceğimiz deneyimler yaşıyor.
Her gün aynı
rutinlikle hayatını yaşayan, kendi halindeki Romalı memurumuz ise, bir gün
aniden ünlü oluyor ve halk için meşhur olmanın nimetleri nelermiş bizzat
tecrübe ediyor. Federico Fellini’nin Dolce Vita adlı filmindeki Paparazzo
isimli basın fotoğrafçısı sayesinde günlük hayatımıza giren paparazzi kelimesini
hak eden onlarca medya mensubu sayesinde, memurumuz bir anda televizyonlara,
radyolara çıkmaya başlıyor. Ne yediğinden, ne giydiğine kadar merak konusu
oluyor; hatta medya, sabahları traşını nasıl olduğunu bile öğrenmek istiyor.
Medyanın gücüyle, hiçbir özelliği olmayan sıradan hatta çekici bile
sayılmayacak bir insanın nasıl bir anda en başarılı, en seksi, en karizmatik
hale geldiği çok güzel gözler önüne seriliyor. Andy Warhol’un “ Bir gün herkes 15 dakikalığına bile olsa
meşhur olacak” sözünü haklı çıkarırcasına medyanın bir insanı, toplum önünde
nasıl ilahlaştırdığını görüyoruz.
Üçüncü hikayede ise, Amerikalı
turist kız ile, Romalı yakışıklı avukatın aşkları sebebiyle bir araya gelen
kültürleri farklı iki aile önceleri intibak sorunu yaşasalar da, yine ünlü
olmak ve bundan rant elde etmek adına orta yolu buluyorlar. Meşhur ve başarılı
olma isteği, sanatı marjinal boyutlara taşıyor ve belki de aslında çağdaş sanat
dediğimiz olgu böyle böyle ortaya çıkıyor.

Dünyanın
açık hava müzelerinden biri olan Roma’nın eşsiz güzelliklerini de doyasıya
gösteren Woody Allen, en sonunda her hikayeyi kendi içinde mutlu sona
bağlayarak filmini noktalıyor ve bize oturun, düşünün diyor. Haksız yere elde
edilen şöhret, altı doldurulmamış entelektüelite, karizma ve cemiyet kaygısı, ünlülere duyulan anlamsız hayranlık, rutinden kurtulma isteği ne gibi sonuçlar doğurabilir düşünün diyor. Sonuçta her
hikaye, To Rome With Love’daki gibi mutlu sonla bitmeyebilir.
Bu filmi alıp almamakta kararsız kalmıştım haftasonu. İlk işim almak olacak, yanlız hikayelerin sonunu değiştirmek bazen elimizde. Filmi izleyip tekrar yorum yapacağım
YanıtlaSil