23 Aralık 2011 Cuma

Bazen bir yıldız kayar,..... tek dileğiniz “huzur içinde yatsın” olur.

Ben küçücükken, annemler yılda birkaç kez avrupaya giderlerdi. O zamanlar ben daha ilkokula bile başlamadığımdan, annem yanlarında beni de götürmeyi pek tercih etmezdi. Hiç de haksız sayılmazdı aslında; hem ben gittiğimden çok bir şey anlamayacaktım, hem de onlara boşuna ayak bağı olacaktım. Onun yerine bana, biraz beni de kırmamak için, biz babanla 10 gün avrupaya gidiyoruz, istersen seni de götürürüz, ama yok gelmem dersen o zaman onun yerine sana bir çok oyuncak getiririz diyerek, sözde seçimi bana bırakırdı. Ben de avrupadan gelecek birbirinden ilginç arabalar, legolar, ve daha bir sürü başka oyuncağın heyecanıyla ve kararı kendimin vermesinin getirdiği güvenle, tamam o zaman beni anneanneme bırakın der, sonra da bana getirecekleri oyuncakları bir çırpıda sıralardım. Her iki taraf da pazarlıktan memnun olur, annem beni ekmiş olmanın getirdiği huzurla tatiline gider, ben ise 10 gün sonra kavuşacağım oyuncakların heyecanıyla anneannemin evinin yolunu tutardım.

Annemle babam avrupadayken, ben anneannemin Çankayadaki evinin kocaman salonunda top oynar, arada geldiğim misafirlik ziyaretlerine kıyasla daha uzun kaldığım için de, ilk kez geldiği evi keşfetmeye çalışan bir kedi gibi, evin her bir köşesini karıştırır, anneannemin uzun zamandır arayıp da bulamadığı ne varsa ortaya çıkarırdım. Oğlum sucuk gibi oldun, gel sırtına şu bezi koyayım demesine aldırmadan akşama kadar ordan oraya koşturur, akşam üstü olduğunda ise beraber, harika bir Ankara manzarasına sahip kocaman balkonunda çiçekleri sular, sonra da akşam yemeği için sofrayı kurmasına yardımcı olurdum. Ben çok severim diye menü hep köfte makarna ve yoğurt olurdu. Anneminkinden farklı olarak anneannem, içine biraz da maydonoz koyduğu köfteleri kızartır, masadan ketçabı hiç eksik etmez ve harika hoşaflar yapardı. Onun sayesinde ben annemlerin 10 günlük seyahatinin nasıl geçtiğini anlamam, hatta o 10 gün de bana, kendi evimden uzak olduğum için tatil gibi gelirdi.

Sonra benim için okul dönemi başladı ve babamın da emekli olması ile annemlerin avrupa tatilleri gitgide azaldı. Sonrasında biz ailecek İstanbul'a taşındık ve anneanne evindeki tatillerim bir süreliğine sona erdi. Yıllar sonra lise döneminde, anneanne tatilleri yine başladı. Şubat tatillerinde 1-2 arkadaşımı da yanıma alıp Ankara'nın yolunu tutmaya başladım. Anneannem ayrı şehirlerde oturduğumuz ve daha az görüşebildiğimiz için, yaşı çok daha ilerlemesine rağmen aynı keyif ve mutlulukla ağırlardı bizi. Lise bittikten sonra üniversite ve iş hayatı yine bizleri ayırdı. Büyümenin ve özgürleşmenin getirdiği gençlik heyecanıyla yolumuz daha az düşer olmuştu Ankara'ya artık, ta ki askerlik zamanı gelene kadar. Askerlik için kurada Ankara çıkınca, anneanne tatilleri tekrar başlayacak diye çok sevinmiştim. Kısa dönem yaptığım askerliğimde, hafta sonları çarşı iznine çıktığımda soluğu anneannemin evinde alır, onun hazırladığı prenslere layık kahvaltıyı yapar, sonra da uzun uzun sohbet ederdik.

Benim anneannem hep yaşlıydı, ben çocukken annemlerin tatilleri sırasında bana bakarken de yaşlıydı, lise yıllarında arkadaşlarımla kendisini ziyaret ettiğim zaman da yaşlıydı, üniversite bitip, iş hayatında bir beş sene geçirdikten sonra askerliğimi yaptığım zamanda yaşlıydı. Kendimi bildim bileli yaşlıydı anlayacağınız. Hep yaşlıydı ama son zamanlarda iyice yatağa mahkum olmuştu. Uzun süredir tedavi görüyordu ama artık yorulmuştu. Geçtiğimiz salı bir anda 92 yaşında bize veda etti. Otuzsekiz senedir özlediği kocasının yanına defnettik kapalı ve iç karartıcı bir Ankara gününde. Ben inanamadım, hala da inanamıyorum. Hayatım boyunca hep yaşlı olduğu için, belki de bana ölümsüz gibi gelmişti. Hep vardı, hep ordaydı, hep de olacaktı. Bana maydonozlu köfteler kızartan, birbirinden güzel hoşaflar yapan, nerden buldun oğlum onu ben de kaç gündür onu arıyordum diyen, prenslere layık kahvaltılar hazırlayan anneannem artık yok. Her ölüm erken ölümdür. Gökten bir yıldız kaydı ve benim tek dileğim, nurlar içinde yat ve mekanın cennet olsun anneannecim.

Tolga AYKUT

14 Aralık 2011 Çarşamba

Do you know where you're going to?..... Do you like the things that life is showing you?.......

Aynaya en son ne zaman baktınız? Ama makyaj yapmak, diş fırçalamak ya da traş olmak için değil, kendinizle yüzleşmek için. En son ne zaman iki elinizi lavabonun kenarlarına dayayıp, aynadaki aksinizin karşısına dikilip, kendinize meydan okudunuz?

Genelde yapamıyoruz maalesef. Konu hayatın acımasız gerçeklerini kendimize ifade etmek olunca, başaramıyoruz. Kendimizi kandırmak, amaan sende demek, pislikleri temizlemek yerine onları halının altına süpürmek daha kolay geliyor. Bir şekilde düzelir nasılsa diyoruz, başkası mutlu mu ki diyoruz, hayat böyle birşey işte diyoruz, ve hep geçiştiriyoruz. Depresyona girmemek için ve psikolojimizi sağlam tutmak adına çok da yanlış değil, başarısızlıklar, acılar, kederler ya da memnuniyetsizliklerle yüzleşmeyi ötelemek, çünkü acı tazeyken onlarla başa çıkmak çok daha zor. Peki ya sonrası?

Sonrası, öncesinden kesinlikle daha önemli. Zaman denen ilaç devreye girdikten ve sıkıntılar ilk andaki şiddetini kaybettikten sonra artık birşeyler yapmanın vakti gelmiş demektir. Sonrasında aynaya bakıp, kendimizle yüzleşmemiz ve Diana Ross'un bize sorduğu soruya içtenlikle cevap vermemiz gerek. Hayatımızdan memnun muyuz? Başımıza bu sıkıntılar neden geldi? Neler bizim elimizde, neler değil? Hangi kararları kendimiz veriyoruz, hangi kararları, toplum, çevre ya da ailemiz bizim adımıza veriyor? Gelecekten ne bekliyoruz? Hayal ettiğimiz yolda gidebiliyor muyuz? Hayal ettiğimiz yol akılcı ve rasyonel mi? Yoksa hayatımızı bir hayal uğruna mı harcıyoruz? Mutlu muyuz? Yoksa mutlu olabilmek için herşeye sahipken yine de mutsuz muyuz? Bunların sebebi kendimiz miyiz, yoksa bize dayatılan, kodlanan şeyler mi bu düşünceleri taşımamıza sebep oluyor? Yoksa allaha bin şükür sağlığım yerinde, mutluyum ve huzurluyum mu diyoruz.

Sağlığın bozulması, yaşlılık, ölüm, doğal afetler gibi hayattaki bazı dertler, bizim dışımızda gelişen bizim engelleyemeyeceğimiz dertlerdir. Engelleyemeyeceğimiz dertler için yapacağımız fazla bir şey yoktur, ve kendimizi ya da talihimizi suçlamanın da bir anlamı yoktur. Zaman, gereken tedaviyi uygulayacaktır. İflas, boşanma, yalnızlık, işsizlik, başarısızlık ve benzeri dertler ise bizim sebep olduğumuz dertlerdir. Sebepleri de, çözümleri de bizdedir. Sağlığımızın bozulması eğer kendimize kötü baktığımız için olmuşsa yine sebebi bizizdir. Başımıza gelen sıkıntıyla yüzleşmeli, sebebini belirlerken kendimize karşı dürüst olmalı ve çözümü için de adımlar atmalıyız. Bir şekilde düzelir nasılsa dememeli, ben bu işi düzelticem demeliyiz. Başkası mutlu mu ki dememeli, başkası beni ilgilendirmez, ben mutlu olucam demeliyiz. Hayat böyle bir şey işte dememeli, hayat çok güzel ve yaşamaya değer, ben onu daha da güzelleştiricem demeliyiz. Biz kendimiz mutsuz olursak kimi mutlu edebiliriz ki? Mutluluk bir şeylere sahip olmakla ya da hedeflere ulaşmakla gelmez, o şekilde yaşanan hazzın adı tatmindir ve bir süre sonra da yok olup gider. Mutluluk ulaşılması gereken bir yer değil, yolculuğun kendisidir.

Her birey kendi hayatını yaşar, bu sebeple bize bizden başkasından fayda yoktur. Kendimiz düştüysek, yine kendimiz kalkıcaz demektir. Yeter ki kalkmak için neler yapmamız gerektiğini iyi belirleyelim. Yeter ki silkinelim, üzerimizdeki ölü toprağını atalım, aynanın karşısına geçelim, kendimizi kandırmayalım, gerçeklerle yüzleşelim, kararlı olalım, sorumluluk alalım ve harekete geçelim. Hayat çok hızlı bir şekilde akıyor. Kendimiz için birşeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Şimdi değilse ne zaman?

Akıntıyla sürüklenen dal parçası olmayın, nehirin kendisi olun.


Tolga AYKUT


29 Kasım 2011 Salı

Biraz da sanat konuşalım. ;)

Contemporary İstanbul

Bir Contemporary İstanbul Sanat fuarını daha geride bıraktık. Yerli ve yabancı bir çok galerinin katıldığı bu seferki fuar, geçen yıllara göre çok daha büyük bir alanda ve çok daha fazla ziyaretçi katılımyla gerçekleşti. Fuarı bir koleksiyoner gözüyle anlatmam gerekirse genel olarak başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Son yıllarda Türkiyede sanata olan ilgi artışı, bu tür fuarların çok daha keyifli geçmesine sebep oluyor. Zaten ben de çok keyif aldığımdan, ilki çarşamba günü öngösterim, diğeri pazar günü fuarın son günü olmak üzere fuarı iki defa ziyaret ettim.

Fuara girdiğimizde, giriş katında her zamanki gibi Dirimart ve Galeri Artist bizi karşıladı. Hazer Özil'in sahibi olduğu Dirimart, en güzel lokasyona sahip standlardan biriydi. Dirimart'da Ekrem Yalçındağ, Ebru Uygun, Yeşim Akdeniz Graf, Ramazan Bayrakoğlu, Hermann Nitsch ve Peter Zimmerman, eserleri sergilenen sanatçılardan bir kaçıydı. Yeşim Akdeniz Graf'ın işi, sanatçının bugüne kadar gördüğüm en güzel işlerinden biriydi. Yeşim Hanım bu sefer çok daha figüratif ve çok daha canlı renklere sahip bir çalışma yapmış, bu sebeple sanatseverler uzun uzun resme bakmaktan kendilerini alamadılar. Keza Hermann Nitsch'in işi de gördüğüm en güzel Nitsch idi. Hermann Nitsch, genelde tek rengi yoğun kullanarak resimlerini yapar, ama sergide ki resmi sanatçının birden fazla renk kullanarak ve canlı renkler seçerek yapmış olduğu bir işti. Dirimart bir ara o kadar yoğun ziyaretçi ilgisine sahip oldu ki galeri sahibi Hazer Özil ve galeri direktörü Özlem Ünsal yorgunluktan ayakta duramayacak hale geldiler.

Galeri Artist'de ise, Ergin İnan, Abidin Elderoğlu, Ben Willikens ve Wim Delvoye, sanatçılardan bazılarıydı. Özellikle Ergin İnan'ın eserleri ile Wim Delvoye'nin eseri kesinlikle standın en çarpıcı eserleriydi. Türkiye'nin m2 olarak en büyük galerilerinden biri olan Galeri Artist'in sahibi Dağhan Özil, yılların birikimyle Türk sanatseverlere hiç görmedikleri işleri göstererek, Türk koleksiyonerlerin ufkunu açmaya Contemporary Art fuarında da devam etti.

Olcay Art'ın standında Devrim Erbil, Mehmet Uygun ve Barış Sarıbaş'ın eserleri vardı. Devrim hoca'nın meşhur İstanbul eserlerinden birinin 3D animasyonu ise görülmeye değerdi. Haldun Dostoğlu'nun sahibi olduğu Galeri Nev'de ise bence fuarın en güzel işi vardı. Çalışmalarını Los Angeles'da sürdüren Canan Tolon'un dört parçadan oluşan eseri, daha fuar başlamadan 130.000 USD ye satılmıştı. Kendi adıma söyleyebilirim ki en uzun seyrettiğim eser Canan Tolon'un eseriydi ve bu kadar çabuk satılmasına hem sevindim hem üzüldüm. Tayfun Erdoğmuş'un ise çarşamba günkü öngösterimde sergilenen eseri satılmış olacakki, pazar günü gittiğimde en az onun kadar güzel bir başka eseri sergilenmeye başlanmıştı.

Galeri Merkür'de Adnan Çoker ve Bubi'nin eserleri sergileniyordu ve sevgili Bubi yeni tarzıyla bir kez daha sanatseverleri heyecanlandırmayı başarmıştı. Alt katta ise, Art ON Galerinin standı en ilgi çekici standlardan biriydi. Oktay Duran sıcak sohbetiyle Art ON Galeri de bizi çok iyi ağırladı. Sanatçılarından Burcu Perçin'in daha canlı renklerden oluşan yeni dönem büyük ebatlı işleri çok güzeldi ve zaten hemen satıldılar. Neyse ki 3 Mart 2012 de Burcu Hanım'ın bir sergisi olacak, fuar da alamayanlar o sergi de şanslarını deneyebilirler.

Kısa kısa elimden geldiği kadarıyla 2011 Contemporary İstanbul'u size anlatmaya çalıştım. Bütün bir fuarı buradan anlatmak maalesef mümkün değil ve ben asla bir sanat eleştirmeni değilim, zaten olamam da. Bunun için çok ciddi bir bilgi birikimi gerekiyor. Ben sadece bir koleksiyoner gözüyle aklımda kalanları aktarmaya çalıştım. Umarım bundan sonraki fuarlara gitmeniz için biraz olsun heves ya da ilgi oluşturabilmişimdir.



Dedemin İnsanları

Sanat diyip de sinema dan bahsetmezsek olmaz heralde. Ben de geçen akşam gittiğim Dedemin İnsanları adlı filmden biraz bahsetmek istedim. Çağan Irmak yine coşmuş ve çok güzel bir filme imza atmış. Mübadele döneminde daha ufacık bir çocukken Girit'deki evlerinden çıkmak zorunda kalan ve Ege'nin bir kasabasına yerleşen Mehmet bey'in bu göçten yıllar sonra doğan torunu Ozan ile arasındaki ilişkiyi anlatan film, ırkçı felsefeye sahip insanlara da üzerinde düşünecekleri bakış açıları sunuyor. Mekanlar, kostümler ve en önemlisi oyunculuklar bir harika. Mehmet bey rolündeki Çetin Tekindor, biraz Babam ve Oğlum daki rolüne benzer bir rolde oynamış olsa da, yine de gözlerin yaşla dolmasını sağlıyor. Gökçe Bahadır ve Hümeyra da çok başarılı oynamışlar. Yiğit Özşener ise farklı rollerle oyunculuğunu mükemmelliğe doğru götürmeye devam ediyor.

Biz bir zamanlar ne iyi insanlarmışız, o zamanlar hiçbir şeyimiz yokmuş ama ne kadar mutluymuşuz dedirten sıcacık bir film Dedemin İnsanları. Muhakkak görülmesi lazım, pişman olmayacaksınız.



Tolga AYKUT

20 Kasım 2011 Pazar

İki adım geri çekilip, resmin bütününü görebilmek.

Bir resme çok yakından baktığınızda asla resmin tamamını göremezsiniz. Resmin küçük bir parçası ya da detayı, kendi içinde size bir şeyler anlatabilir ama asla resmin tamamının ne demek istediğini size gösteremez. Yakın durduğunuz için gördüğünüz kısım, sizin hoşunuza gidebilir ya da sizi mutsuz edebilir ama söz konusu koca bir resim ise gördüğünüz şey sadece o ana ait bir detaydır. Hayat da biraz buna benzer, anlık yaşadığımız mutluluklar ya da sıkıntılar bizi o an konunun bütününden uzaklaştırabilirler ama gerçekleri asla değiştirmezler.

Yukarda anlattığım sebepler yüzünden başlığa “detaylarda boğulmak” da diyebilirdim ama diğeri gözüme ve kulağıma açıkçası daha bir şirin gözüktü. Aslında bir tanesi sürekli yaptığımız bir hata diğeri ise o hatadan dönmek için yapmamız gereken hareket, ama kaçımız yapabiliyoruz, kaçımız iki adım geri adım atıp aslında neyin önemli olduğunun veya asıl amacımızın ne olduğunun farkına varıyoruz?
Hayat aslında çok basit, onu zor hale getiren bizleriz. İngiliz felsefeci Thomas Hobbes’ın meşhur sözü Homo Homini Lupus,  “İnsan insanın kurdudur”  bu durum için söylenmiş en güzel sözlerden biridir. Bazen bilerek, bazen bilmeyerek durumu hep bizler daha zor hale getiririz. Aslında olay çok basittir ama egolar, hırslar, çevre baskısı ve kompleksler bizim basit olan bir olayı karmaşık ve işin içinden çıkılmaz bir hale getirmemize sebep olurlar.  
Konuyu birkaç örnekle daha açık bir hale getirebiliriz. Mesela, özel bir yemek için aşermiyorsanız ya da özellikle gitmek istediğiniz bir restoran yok ise, özlediğiniz arkadaşınızla buluşmak için bir bahane olan yemek programında hangi restorana gittiğinizin ne önemi olabilir? Oysa çoğumuz, sözde özlediğimiz arkadaşımızla, oraya mı gidelim buraya mı gidelim diye az didişmemişizdir. Keyifle ve özlemle başlaması gereken sohbet boş yere gerginlikle başlamıştır. Aslında gidilecek yer detaydır, resmin bütünü ise özlenen arkadaşla keyifli bir yemek yemek ve özlem gidermektir.

Başka bir örnek vermek gerekirse; yaşadığınız şehrin ya da çevrenizin en dillere destan düğününü yapmak için ant içmediyseniz ve yaptığınız hazırlıklar asgari seviyede bir düğünde olması gereken şeyleri yeteri kadar yansıtıyorsa, hayat arkadaşım dediğiniz kişiyle bir ömür geçirmek için yemin edeceğiniz geceyi sevdiklerinizle kutlamak yeteri kadar mutluluk verici değil midir? Ekstra streslere gerek var mıdır? Her anı, mutlu ve heyecanlı bir bekleyişle geçmesi gereken hazırlıklar, yerini stres ve didişmeye bıraksa daha mı içinize siner düğününüz ya da daha mı mutlu olursunuz ilerde? Evliliklerin bir kısmı daha düğün hazırlıkları aşamasındayken teklemeye başlar, oysa esas amacın yanında sorun ettiğimiz şeyler aslında ne kadar da önemsizdir. Çiçekti, masa düzeniydi, süslemeydi ve benzeri birçok şey aslında detaydır, resmin bütünü ise hayat arkadaşınızla yapacağınız ve sevdiklerinizi davet ettiğiniz bir kutlama yemeğidir.
Ya da hiç düşünmeden canımızı vereceğimiz çocuğumuz, bilmeden evin nadide bir eşyasına zarar verdiği zaman, eşyadan daha mı kıymetsiz olur o anda? Bir anlık hiddetle ona kızmak ya da bağırmak eşyayı ona tercih ettiğimiz anlamına mı gelir? Maalesef onun gözünden evet, oysa biz o sırada detayda boğulmuşuzdur. Resmin bütünü, kendine güvenen ve güçlü karakterli bir çocuk yetiştirmek iken biz daha ilk adımda ona eşyadan bile daha değersiz olduğunu hissettirmişizdir. Zarar gören eşya bir detaydır, her zaman yerine yenisi konabilir, ama resmin bütünü, çocuğunuzun iyi yetişmesidir ve telafisi çok daha zordur.

Yukarıdakilere benzer, daha başka birçok örnek verebiliriz.  Sizin ya da çevrenizin amacından şaşıp, konuyu bambaşka yerlere getirerek, durumu işin içinden çıkılmaz hale getirdiği kim bilir kaç tecrübe olmuştur. Aslında hayat çok basittir. Güzel ve eğlenceli bir çocukluk geçir, alabileceğin en iyi eğitimi al, hayatını yaşamak için gerekli parayı kazanacağın ve çalışmaktan keyif alacağın bir işe gir, mutlu olacağın bir aile kur, hayırlı evlatlar yetiştir ve rahat bir yaşlılığın ardından dünyaya veda et. Kabaca resimler bunlardan ibarettir. Bunları yapmak tabi ki yazıldığı kadar kolay değildir ama resmin bütünün bunlar olduğunu bilmek ve sık sık kendimize hatırlatmak bu hedeflere daha kolay ulaşmamızı sağlar. Sayılanların haricinde geri kalan her şey bizim egolarımız, hırslarımız, çevremizin bize kodladığı istekler ve komplekslerden ibarettir.
Yetişkin bir insanın hayatındaki değerleri; sağlığı, büyüdüğü ailesi, işi, arkadaşları ve kurduğu ailesi diye sıralayabiliriz. Madem resmin bütününe bakmak diye başlık attık, o zaman hayattaki değerleri de bir resimden bahsedermiş gibi örnekleyelim. Bu değerlerin evimizin salonunda asılı olan beş tablo olduğunu varsayalım. Bu tabloların tepesine onları gösterecek güzel aydınlatmalar koyarsak tabloların keyfine varabiliriz ancak. Çünkü güzel bir tablonun güzel de bir aydınlatmaya ihtiyacı vardır. Tabloyu en iyi şekilde gösterecek aydınlatmayı koymak tabloya değer vermektir. Yeteri kadar değer vermediğimiz için aydınlatma koymadığımız bir tablo karanlıkta kalır ve biz, onun hissettireceği duygulardan mahrum kalırız.

Bu benzetmeden yola çıkarak diyebiliriz ki eğer yaşamımızdaki ögelerden birine diğerlerinden daha fazla önem verirsek ya da birine hiç önem vermezsek, hayatı ıskalayacağımız garantidir. Yaşamak için çalışmamız gerekirken, çalışmak için yaşamaya başladığımızda resmin detaylarında boğuluyoruz demektir. Çünkü ancak, hayatta her şeye gereken önemi verdiğimiz takdirde mutlu oluruz. İş hayatına aşırı önem veren biri, güzel arkadaşlıkları ve mutlu bir ilişkiyi ıskalar. İş hayatındaki streslerle baş edemeyip, aslında parayı kazanma sebebi olan en yakınlarını kırabilir. Eğlenceye aşırı önem veren kişi, hayatı güzel geçirmek için gereken parayı kazanamaz ve bu sayede ilerde başka şeylerden mahrum kalır. Arkadaşlarına çok önem veren kişi anne babasıyla ya da sevgilisiyle layığı kadar vakit geçiremediği için, onlarla yaşayacağı güzellikleri ıskalar. İşine değer vermeyen biri işini, eşine değer vermeyen biri eşini kaybeder.
Dediğim gibi yazılanları uygulamak, yazıldığı kadar kolay değil elbet ama kolay olsa zaten değerli olmazdı. Bunları uygulamanın ilk adımı karar vermek ve harekete geçmek. Bir kere yola çıktıktan sonra ise egomuzun ve çevremizin bizi amacımızdan saptırmaması için bol bol kendimizi telkin etmemiz lazım. Sürekli kendimize benim esas amacım ne, ben şu an ne yapıyorum ama aslında ne yapmam gerekiyor, gibi sorularla kendimizi uyarmamız lazım.

Hep söylediğimiz gibi hayat aslında çok basittir ve dengede olması gerekir. Onu çok karmaşık bir hale getirmemeli, hayatımızdaki bütün değerleri dengede tutmalı ve hepsine gereken önemi vermeliyiz. Her zaman resmin bütünü görebileceğiniz bir uzaklıkta durmanız dileğiyle.

Tolga AYKUT

5 Kasım 2011 Cumartesi

Ayrılık vaktini uzatmak beraberliği uzatmak değildir, ayrılık vaktini uzatmaktır.

“Dünyada her kişi kendine bir eş arar, taşın kalbi yoktur ama onu da yosun sarar” gibi minibüs camlarında görebileceğiniz tarzda bir laf ile yazıma başlamak istedim. Minibüs camlarındaki yazılar her ne kadar okuyana komik gelse de, aslında hayatın en içinden laflardır. Yukardaki her kişinin kendine bir eş aradığı ile ilgili söz ise, insan denen varlığın tek başına yaşayamayacağının, sosyal bir varlık olduğunun en güzel ifadesi bence. Canlıların en temel güdülerinden biri olan üremenin üzerine bir de insanın sosyal olma güdüsü gelince insanlar ilişkiler peşinde koşmuş, bunların içinden en içlerine sineni de hayat arkadaşı olarak seçer olmuşlardır.

Ergenliğin bitmesi ile karşı cinse ilgi duymaya başlayan kişi, aslında bilinçaltında yavaş yavaş hayat arkadaşını seçmesi gerektiğini düşünmeye başlar. Gençlik döneminde kendisi için en doğru kişiyi seçmek için pratikler yapar. Yaşanan flörtlerin en derinlerdeki amacı, hem kişiye ne istediğini göstermek, hem de kimlerle mutlu olabileceğini ve hayat kurabileceğini anlamasını sağlamaktır. Gençler, lise ve üniversite yıllarında gönül ilişkileri yaşayarak önce kendi cinsini, sonra karşı cinsi tanır. Bu flörtler sayesinde kişi, hayattan beklentilerini, zevklerini, ideallerini öğrenir. Ne tarz insanlarla anlaşabildiğini, nasıl sosyal ortamların kendisine uygun olduğunu keşfeder. Her ilişki, mutlu bir evlilik yolunda bir derstir. Yaşanan ilişkilerden derslerini öğrenenler, hayattan ve bir eşten ne istediklerini anlarlar ve kendileri için daha doğru seçimler yaparak, hayatlarını şekillendirirler. Derslerini öğrenmeyenler, öğrenene kadar benzer dersleri almaya devam ederler ve yerlerinde sayarlar.

Evliliklerin yüksek oranda boşanma ile sonuçlanmasının en büyük sebeplerinden biri de insanların bu dersleri almamalarıdır. Bir insan hayatının ortalama 75 yaşına kadar sürdüğü, ergenliğin bitip, flörtün 16 yaşında başladığı ve çocuk yapıp rahatça büyütebilmek için insanların ortalama evlenme yaşlarının 28 olduğu düşünülürse, flört için geçen zaman 12 sene iken, evlilik ile geçen zaman 47 yıldır. Buradan da anlaşılacağı gibi evlilik insan hayatında çok önemlidir ve insanın hayat arkadaşını doğru seçmesi hayati önem taşır. Evlilik yıllarca sürdüğünden ve geçen o uzun zaman acı tatlı birçok tecrübeye gebe olduğundan hayat arkadaşının seçimi için insanın kendine çok önemli kriterler koyması gerekir. Evlilik için ilk şart sevgi ise de maalesef sevgi tek başına yeterli olmaz. İnsanlar evlilik düşünmeyecek kadar genç oldukları zamanlarda salt dış görünüş, seksilik, karizma gibi insanı etkileyen özelliklere bakabilirler, ama artık çanlar evlilik için çalmaya başladıysa, zamanınızın geldiğini düşünmeye başladıysanız, hayattan beklentiler, uyum, beraber geçirilen zamanların keyfi en az dış görünüş kadar önemli olmalıdır.

Flört döneminde salt aşk ya da sevgi ile kurulan ilişkiler, sevginin azalması ya da zamanla farklı frekanstan yayın yapılmaya başlanması sebebiyle biter, ama ilişkilerin bitmesi çok da önemli değildir. Dediğimiz gibi önemli olan dersi öğrenmektir. Kendini tanımaktır, ne istediğini bilmektir, kimin uygun olduğunu anlamayı öğrenmektir. Evlilikler direk ilişki zihniyeti ile sadece aşk, sevgi ya da alışkanlıklar sebebiyle başlarsa, sonunun boşanma olma ihtimali çok yüksektir. Evlilik kararını alırken, sadece kalbimizin değil mantığımızın da sesini dinlememiz gerekir. Çünkü aşk sonsuza kadar devam etmez, yerini sevgi ve saygı alır. Bunun için de paylaşımların çok yüksek olması gerekir. Günümüzde boşanmaların artma sebeplerinden biri de çiftlerin evlilikleri için beraber geçirdikleri zamanın azalmasıdır. Paylaşımı azalan, beraber ve keyifle geçirilen zamanlarla beslenmemiş bir evlilikte, taraflar zamanla birbirlerine yabancılaşırlar. Evli bir çiftin en önemli önceliği, evliliklerinin kendisi olmak zorundadır. Öncelik sırasında işten ve aileden sonra gelen evlilikler çatırdamaya müsait evliliklerdir.

İnsan neye emek verirse, onun için kıymetli odur. Emek verilmeyen bir evliliğin, kişiler için önemli olması da beklenemez. Özellikle günümüzde boşanmaların dünyanın en doğal şeyi gibi gösterilmesi, insanları “amaan olmazsa boşanırım ne olacak” gibi düşüncelere itmektedir. Halbuki olan çocuklara, yok olan milli servete ve boşanan çiftlerin psikolojilerine olmaktadır.

Flörtler, evliliğin hazırlık sınıfı olduğundan, ilişki yaşayan insanların, kendisini kandırmaması ve geleceği olmayan bir ilişki için zaman harcamaması gerekir. Yalanların en zararlısı, insanın kendisine söylediği yalandır. Fiziki çekicilik ile başlayan flörtte, kişilerin çok çabuk bir şekilde; sahip olunan zevkler - hobiler, hayattan beklentiler ve benzeri konularda ortak payda arayışına girmesi gerekir. Zaman çok hızla aktığından, yıllar tahmin edilemeyecek kadar çabuk geçer. Her çiçekten bal almak çok güzeldir ama dünyada ne arılar biter ne de çiçekler. Nilüferdi, Yasemindi, Güldü, Laleydi derken bir anda Murathan Mungan’ın o ünlü dizeleri vücut bulur; bir akşamüstü kimsecikler olmaz yanınızda, ya da olması gerekenler yanınızdakiler değildir.

Flört ede ede, kendimizi ve evleneceğimiz kişiyi tanıdığımıza göre, sonu olmayacak bir ilişkiyi sırf elektrik, sevgi, inat, takıntı, ya da hırs yüzünden sürdürmek son derece yanlıştır. İlişkiler de bazen her şey anlaşılmış ve limandan demir alma vakti gelmiştir ama insan yukarda saydığımız sebepler yüzünden yapamaz. Bana müsaade diyemez, mücadele eder, ama hiçbir mücadele, olmayacak bir şeyi olduramaz. Bir ilişki zaten kendi akıntısıyla akmıyorsa, içinize bir şeyler sinmiyorsa, siz sadece kaçınılmazı geciktirirsiniz o kadar. Burada yapılacak en doğru hareket, gerekli dersleri alarak temiz bir sayfa açmaktır.

Diyelim ki, New York’a 10 günlük tatile gittiniz ve 10 gün bitti, bavullarınızı aldınız, otelden çıktınız, şehri arkanızda bırakarak, havalimanına geldiniz. Uçağınız sabah 10 da kalkacak ama tam o sırada hava muhalefeti sebebiyle uçuşların ertesi güne ertelendiği haberini aldınız. Şehre geri dönemezsiniz, hiçbir otelde rezervasyonunuz yok, tek çareniz, ya terminalde beklemek ya da havalimanı oteline gitmek. Peki, uçuşunuzun tam bir gün ertelendiği bu durumda tatiliniz mi bir gün uzamıştır yoksa dönüş yolunuz mu bir gün uzamıştır? Maalesef uzayan dönüş yolunuzdur.

İlişkilerde de bu aynen böyledir. Yani ayrılık vaktini uzatmak, beraberliği uzatmak değildir, ayrılık vaktini uzatmaktır. İlişkilerde zaman geçtikçe vites atmak gerekir. Vites atılmayan, bir sonraki adıma geçilmeyen ilişkiler zamanla insanı yormaya başlar. Kişi bu tür sonu gelmeyecek ilişkiler yaşadıkça yorulur, yoruldukça katılaşır, katılaştıkça da zorlaşır. İlişki kurmaya daha az uygun bir ruh haline bürünür. Gerçekleri göremediği için sürdürebilmek adına mücadele ettiği ilişkilerde, kaçınılmaz sonu engelleyemez, neticesinde morali ve psikolojisi bozulur, müesseseye olan inancını yitirir. Böyle durumların yaşanmaması için ya ilişkide zaman geçtikçe vites atmalı, atabilmeli ya da taraflardan biri sebebi ile atılamıyorsa da ayrılık vaktinin geldiği anlaşılmalıdır.


Can Yücel'in "olmuyorsa zorlamayacaksın", mottosunu, "kesinlikle deneyeceksin, ama olmuyorsa zorlamayacaksın" olarak değiştirmek galiba en doğrusu. Önce hayattan ne istediğinizi iyice belirleyip, size bunu kimlerin sunabileceğini düşünmeli ve adımlarınızı ona göre atmalısınız. Siz evlenmeyi düşünürken, karşınızdakinin konuyla alakasının olmaması, ya da siz çocuk sahibi olmayı hayal ederken, karşınızdakinin kariyeri yüzünden çocuk istemediğini söylemesi, size demir alma vaktinin geldiğinin en büyük göstergesidir. O saatten sonra ilişki olduğunu düşünerek yaşadığınız her saat, ayrılık vaktini uzatmaktan başka bir şey değildir.

Bir şeyin olup olamayacağını denemeden bilme imkanımız malesef yok. Tecrübelerimle sabittir ki, bazen hiç tahmin etmeyeceğiniz kişiler, hayattan beklentiler, niyetler ve amaçlar aynıysa sizin için en doğru kişiler olabiliyor. İnsanları kesinlikle tanımaya çalışmamız, ve şans vermemiz lazım. Doğru insanı bulmak için, önce birilerinin de doğru insan diyebileceği biri olmak gerekir. Doğru insanı tanımanız, gereken şansı vermeniz, ve geceleri beraber kalkıp çocuğunuzu pışpışlayacağınız, beraber yaşlanacağınız, yaşlar kemale erse bile el ele yürüyeceğiniz birine, yani hayallerinizdeki hayat arkadaşına kavuşmanız dileğiyle.

Tolga AYKUT

4 Kasım 2011 Cuma

Fill in the blanks...

Yani boşluk doldurmaca... Çok yaptık okul yıllarımızda. Bizim jenerasyondan olan herkes bilir. Hayatımızda da boşluklar olduğunda onu doldurmak isteriz. Alışkanlık işte... Keşke hep iyi şeylerle doldurabilsek... Ama bundan önemlisi, hayatımızda olmasını istedigimiz bir değer buldugumuzda, ona yeterli boşlugu yaratabilmek, zamanı ve ilgiyi verebilmek bence. Bunun için de çok istemek gerekiyor, gerisi bir şekilde çözülüyor... Hayatın her santimetrekaresini de dolu dolu yaşamak bu değil mi zaten...?

Zaman bir düzlem... Herşeyi sırası ile yaşıyor görünsek de, bazen beynimiz bize öyle oyunlar oynar ki, dün akşam ne yediğimizi hatırlamazken, yıllar önceki bir konuşmayı, kokuyu sanki yeni yaşamış gibi hatırlar, hisseder ve o anı yeniden yaşarız. Yani bir çeşit 'zamanda yolculuk' yaparız. Sürekli geçmişle ya da gelecek hayali ile yaşamamak lazım elbette. Ama düşünmeye zaman ayırabildiğimizde ve bu yolculukları biraz kontrollü yapabildiğimizde keyifli hale gelebiliyor.

Zihni kontrol etmek çok kolay değil tabi ama yine de denemesi bile güzel. Farkli sahneler arasında gidip gelirken, gülümseten anlarda “pause” tuşuna basıp, bizi acıtan anlarda ise hızla ileri-geri alabiliriz. Önemli olan, bugünümüzü de, ileride düşündüğümüzde bizi gülümsetecek sahnelerle doldurabilmek... Ve bu zaman düzleminde varoluşumuzdan, kaybolup gidene kadar güzel heyecanlar yaşamak...

124

31 Ekim 2011 Pazartesi

Yeni bir nefes.

Bugünden itibaren, zekasına, tecrübelerine ve dünya görüşüne güvendiğim bir arkadaşımın kısa kısa yazılarını da ara ara blogumdan yayınlayacağım. Kendisi isminin bilinmesini istemediği için, yazılarını 124 takma adıyla paylaşacağım. Yazıların hiç biri, bir tartışma yaratmak ya da bir ders vermek amacıyla yazılmış yazılar değil, sadece yazan kişinin o anki deneyimlerini ve duygularını yansıtıyor. Bu sebeple bu kısa yazıların sizi anlık düşüncelere daldıracağını ve okuyanların kendilerinden bişeyler bulacağına inanıyorum. Keyifli okumalar.

Değiştirmek

Bu konuyla ilgili genellikle su soru sorulur: “hayatında neyi değiştirmek isterdin?”. Cevaplar bir kaç saniye düşünerek verilir; ev, iş, okul, araba, sevgili, ülke...ve böyle gider.

Bu soru ve cevapları çoğunlukla çözüm getirmez. Ben bu sorunun tersini sordum kendime 'bir an için, geçmişinle ilgili herşeyin ama herşeyin değişecegini düşün. Neleri aynen birakmak isterdin?'. Soruyu ciddiye alarak düşününce bir panik duygusu sardı beni, “aman Allahim! Neleri kurtarabilirim öncelikle, unuttugum birşey olmasın sakın!” diye. Sonra saymaya başladim tek tek. Öncelikle aklıma gelenler, benim için kalıcı olan güzelliklerdi, beni ben yapan annem-babam, bugünkü işimi yapabildiğim için okulum ve kişisel gelişimim, beni pek çok yönden geliştiren spor ve ondan kalan güzel anıları simgeleyen kupalar, seçtigim dostlar... Bir de kalıcı olmayan ama geçmişe dönüp baktığımda beni gülümseten olaylar, anılar, o anda hırslanıp üzüldüğüm ama sonucunda kendi yararıma dönüşmüş durumlar... İşte bunları değiştirmek istemezdim. Ve değişmesi de imkansız. Bu bana garip bir rahatlik verdi. Sahip olduklarımızdan fazlasını istemek hem gelişimi sağlıyor hem de bizi açgözlü yapıyor. Bu arada sahip olduklarımızı unutuyor veya kırıp döküyoruz en başta kendimiz olmak üzere... Sahip çıkmamız gereken aslında en başta kendimiz...

124

28 Ekim 2011 Cuma

Kafa değişmemiş, değişmez de.

Bir önceki yazımda, deprem felaketine devletin nasıl müdahele etmesi gerektiğinden uzun uzun bahsetmiş, deprem vergisi diye toplanan paraların nerelere ve nasıl harcanması gerektiğini detaylandırmıştım. Ben bu yazıyı tamamladıktan sonra hükümet, ÖTV adı altında toplanan, deprem vergilerinin 46-48 milyar TL olduğunu ve nerelere harcandığını açıkladı ve biz anladık ki duble yollar, sağlık harcamaları ve eğitim harcamaları adı altında bu paralar harcanmış ve bitmiş. Peki şimdi ben merak ediyorum; 17 Ağustos 1999 depremini yaşamasaydık, ve böyle bir vergi konmuş olmasaydı, biz eğitimsiz, sağlıksız ve duble yolsuz bir hayat mı geçirecektik? Yani çocuklarımızın eğitim alma ve hastalarımızın tedavi görme sebebi, 1999 depremi midir? Hükümet kendi ağzıyla açıkladı, bir yılda sağlığa harcanan para 46 milyar TL. Peki madem biz 12 senede topladığımız parayı, bir yıllık sağlık harcamamıza harcıyoruz, o zaman ödenen SSK primleri nereye gidiyor? Bu sorular ve malesef cevapları da, karşınızda işleri demagoji olan milletvekilleri olduğu için böyle uzar gider.

Milletvekilliği bir meslek midir adlı yazımda bahsettiğim gibi, kim gelse sorun değişmeyecektir, çünkü sistem buna müsade etmemektedir. Yatırım yaparak, para harcayarak, işini gücünü bırakarak milletvekili olmuş kişi, sahip olduğu gücü elinde tutmak için, şartları kendi lehine, kendine oy sağlayacak şekilde ve kendi yerini perçinleyecek şekilde kullanacaktır.

Hükümet politikaları bütçe ile hayata geçirilir. Devlet, bir yürütme yılı içinde yapacağı tüm yatırımların ve harcamaların, bir sene öncesinden bütçesini yapar. Bu bütçe içerisinde, eğitime, sağlığa , ulaşıma, savunma sanayine ve daha bir çok kaleme ne kadar harcama yapacağını belirler. Potansiyel gelirlerini çıkarır ve gider kalemlerini de bu gelirlere göre dengeler. Tabi ki zaman zaman bu bütçede şaşmalar olur, evdeki hesap çarşıya uymaz ama bu uyumsuzluk başka bir sebep için toplanmaya başlanmış bir vergiyi bu işler için kullanmayı gerektirmez.  Devlet burada deprem için toplanan vergiyi, olası bir deprem için hazır bulundurmalıydı. Bir evvelki yazımda bahsettiğim gibi, deprem beklenen bölgelerde, afet koordinasyon merkezlerine yatırımlar yapmalıydı ve depreme hazırlıklı olmalıydı. Bir ailede elektrik faturasının ödenmesi için verilen para, telefon faturasının ödenmesine kullanılıra, bir süre sonra o ailenin elektrikleri kesilir. Türkiye'nin de Van depreminde elektriği kesilmiştir, vatandaşlardan toplanan para ve yardımlar da, eve komşudan kaçak hat çekmekten başka bir şeye benzememektedir.

Not: Dask adı altında toplanan paralar ne oldu, onları soramıyoruz bile :)

27 Ekim 2011 Perşembe

Kafa değişmedikçe, sonuçlar değişmez.

Felaketler, aksilikler bir başladı mı, ardı arkası kesilmez. Kader, düşene de bir tekme sen vuracaksın der gibi, bütün terslikleri arka arkaya yollar. Sanki, “beni yıkamayan beni güçlendirir” diyen felaketzedeye, “yıkılmıyor musun? Bir de bunu gör bakalım” der gibidir. Daha geçen hafta bir terör baskınına şehit verdiğimiz gençlerimize üzüldüğümüz yetmiyormuş gibi, bu sefer 7.2 'lik bir deprem ile sarsıldık. Türkiye 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, bu tür depremleri ruhen ve fikren kanıksadı, artık memleketin herhangi bir yerinde deprem olduğunda şoke olmuyoruz, sadece üzülüyoruz ve süratle kenetlenerek yardım elini uzatmaya çalışıyoruz. Van depreminde de yine aynı şekilde ülke, din, dil, ırk gözetmeksizin tek vücut oldu ve Van'a yardım elini uzatmak için çalışmalara başladı.

Her ne kadar kendi içimizde kavga gürültü kıyamet eksik olmasa da, bu tür felaket durumlarında bunları geçici olarak unutup, elimizden geldiğince gereken hassasiyeti göstermeye çalışıyoruz. Gelişen teknoloji ve medya yardımıyla, dünyada yaşanan afetler tüm dünya ülkelerinden izlenebildiği için de sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları değil, tüm dünya yardım elini uzatıyor. Zaten buraya kadar bir sorun yok. Sorun bundan öncesinde ve burdan sonrasında var malesef. Afet durumlarında, insanların yardıma koşmaları ve maddi manevi ellerinden geleni yapmaya çalışmaları zaten insanlığın gerektirdiği bir şey ama bu yardımların ihtiyaç sahiplerinin eline yeteri kadar geçip geçmediği yardımların kendisinden çok ama çok daha önemli.

Televizyonlarda yapılan yardım programlarında 62 milyon TL para toplandı. Sanatçılar, geliri depremzedelere gönderilmek üzere konserler veriyorlar. Üç büyük gsm operatörü ve bir çok belediye vatandaşlardan topladıkları yardımları, tırlar ve uçaklarla deprem bölgesine gönderdi. Kızılay deprem çadırlarını ve gerekli malzemeleri tırlarla evlerini kaybeden vatandaşlara ulaştırmaya çalıştı. Buraya kadar üstün iyiniyet ile yapılan çalışmalar insanın gözlerini yaşartacak boyutta olsa da, bu yardımların bir çoğunun ihtiyaç sahibine doğru dürüst ulaşmıyor olması, ülke olarak patinaj yaptığımızın en büyük göstergesi. Bir ayağımız gazda sonuna kadar köklüyoruz ama diğer ayağımız frende olduğumuz için hem benzin harcıyor, hem lastikleri eritiyor, hem de bir adım ileriye gidemiyoruz. Tozu dumana katmamız ise cabası.

Konuyu en baştan ele almak gerekirse, 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, olası deprem felaketlerinde kullanılmak üzere, halktan alınmaya başlanan ÖTV, kurulan deprem fonuna aktarıldı ve boyutu 40 milyar TL ye ulaştı. Şimdi Türkiye vatandaşları, zaten 12 yıldır olması beklenen bir deprem için gereken yardımı peşin peşin yapmışken, şimdi bu yapılan yardımları neyin yardımıdır? Doğrusu, devletin, 40 milyar TL içinden, Van'ın yeniden inşası için bir pay ayırması, ve TOKİ müteahhitlerine, şehrin tamamını maliyetine yeniden inşa ettirmesidir. Ayrıca ülke toprakları içinde fay hatlarının yerleri ve olası deprem beklenen bölgeler bellidir. Bu bölgelerde, beklenen deprem için büyük ve her an tetikte olan afet koordinasyon merkezleri olması gerekir. Bu afet koordinasyon merkezlerinde, bölge halkına yetecek kadar çadır ve prebarik yapı, demonte şekilde bulunmalıdır. Afet koordinasyon merkezi, deprem olduktan sonra, çadırkentin kurulacağı yeri daha önceden belirlediği için, süratle bölgeye ulaşan konusunda tecrübeli elemanlarla 2-3 günde çadırkenti kurmalı, prefabrik yapıları monte ederek de sağlık, eğitim, ve diğer kamu binalarını çalışır hale getirmelidir. Afet koordinasyon merkezleri sayesinde devlet, uydu görüntüleri yardımıyla bölge bölge yıkılan evleri tespit eder ve muhtarlıklar sayesinde yıkılan evlerin sakinlerine ulaşır ve aileleri, büyüklüklerine göre çadırkente taşır.

Devlet bu tür afetler için, önceden dağıtım ağları kuvvetli olan gıda ve tekstil devleri ile işbirliğine varmalı ve afet olduktan sonra deprem fonunda bulunan bütçeden yararlanarak bölgeye gereken gıda ve giyecekler yollamalıdır. Vatandaşların iyi niyetleri ile yollanan gofretler, kışlık kıyafet temizliği yapmak amacıyla yollanan bikiniler, eskimiş kıyafetler ya da koca koca insanlara yollanan çocuk bezleri hem hiçbir işe yaramaz, hem de moral vereceğine demoralize eder.

Halkın yaşanan felakete derin üzüntü duyarak elinden gelen yardımı yapma çabası her ne kadar takdire şayan ise de, planlı programlı bir devlet yardımının yanında beyhudedir. Yardım kamyonları yağmalanır, gönderilen erzakların ve toplanan paraların, ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığıdan şüphe edilir. Yardım, disiplinli, programlı ve en büyük otorite tarafından yapılmalıdır. Bunun haricinde yapılan yardımlar vicdan rahatlatma amacıyla yapılır ve tabanca ile sinek öldürmeye benzer. Kurşunlardan elbet birisi sineğe isabet eder ama bunun için bir şarjör boşaltmanın gereği yoktur.

Özetlemek gerekirse, devlet, 12 senedir ÖTV vergileri ile oluşturulan deprem fonunda bulunan 40 milyar TL'yi başka konular için değil, deprem konusu için harcamalı ve fay hatları geçen, olası deprem bölgelerinde teoride değil, pratikte işlevi olan afet koordinasyon merkezleri kurmalıdır. Bu merkezlerde bölge halkının nüfusuna uygun çadırlar hazır tutulmalı ve her türlü uydu görüntülerine ulaşacak kapasitede bilgisayar ve network teknik altyapısı bulunmalı ve deprem sırasında yıkıntı altında kalan afetzedelere yardım edecek, iş makinaları ve özel aletler hazır tutulmalıdır. Ayrıca devlet, önceden bu tür durumlarda tek bir yerden, kontrollü yardımı iletecek gıda ve tekstil devleri ile işbirliği içinde olmalı, afet sonrası gereken ihtiyaçlar, sağdan soldan bulunan kutularla karman çorman değil, gönderilen erzakları en iyi şekilde koruyacak üretici firmaların kendi kolileriyle ve belli bir düzen içinde olmalıdır. Ayrıca devlet, bu fon yardımıyla işini gücünü kaybeden, eve ekmek götüremeyecek durumda olan ailelere de geçici olarak işsizlik maaşı ödemeli, bölge eski günlerine geri dönene kadar devletin eli, fonda toplanan para ile afetzedelerin üstünde olmalıdır.

Oniki senedir yapılan tek şey, fonun kurulması ve paranın toplanmasıdır. Bu para hiç toplanmamış olsaydı da, şu an Van'ın durumunda bir değişiklik olacakmıydı? Görünen o ki HAYIR. Bu şartlar altında Türk insanının yardımseverliğine şükretmekten başka bir çaresi kalmıyor insanın.

21 Ekim 2011 Cuma

30 Yıldır aynı hikaye

Bu hafta yaşadığımız, tüm Türkiye'yi derinden yaralayan ve 24 gencimizin  hayatını  kaybetmesi ile 18  gencimizin yaralanması ile sonuçlanan terör olayı ile ilgili sosyal ağlarda, internet sitelerinde, yazılı basında, radyo ve televizyonlarda bir sürü yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı, demeçler verildi, kinler kusuldu. Ben de kendi adıma iki satır bişiler yazıp, 30 yıldır bitmeyen sorunu kendi açımdan yorumlamak ve farklı bakış açıları getirmek istedim.

1984 senesinde Eruh baskını ile başlayan terör, nerdeyse 30 senedir hiç değişmeden devam ediyor. 30 senedir, iktidardaki başbakanlar, muhalefet liderleri, generlkurmay başkanları, teröre lanet okuyorlar, bıçak kemiğe dayandı diyorlar, cezalarını çekecekler diyorlar, artık bu işi bitiriyoruz diyorlar falan filan. İnsan hafızası acı hatıraları zamanla unuttuğu ve ateş düştüğü yeri yaktığı için, biz her seferinde unutuyoruz ama 30 senedir ne yapıldıysa yapılsın, ne edildiyse edilsin yine de bu iş malesef çözülemedi. Herkes kendi iktidarında bir şeyler yapmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Demek ki bugüne kadar yapılmamış bazı işleri yapmak ve yeni stratejileri hayata geçirmek gerekiyor. Yirmili yaşlarda, doğru düzgün savaş eğitimi görmemiş gencecik çocukların savaşmasıyla, kanla, topla, tüfekle bu işin olmayacağı aşikar. Olsaydı bugüne kadar 50 kere olurdu. Yeni bir düşünce içerisinde olup, işi kökünden çözecek adımlar atmak ve bunun içinde aslında çok bariz olup kimsenin görmediği bir durumu görmek gerekiyor.

PKK denen terör örgütü, kürt vatandaşlarının yaşadığı köy ve kentlerden kendisine asker buluyor. Bu militanlar ya sınır ötesine geçip, Kandil ya da benzeri kamplarda eğitim görüp, yaşıyorlar, ya da zaten TC topraklarında yaşadıkları köylerde ya da kentlerde gündüz gezip tozup akşam dağa çıkmak kaydıyla militan oluyorlar. Sınır ötesine geçip, orada yaşayıp, terör yaratmak için TC topraklarına gelen militanları ele alırsak şunu diyebiliriz ki; bir kere, iki ülkeyi birbirinden ayıran sınır denilen hat, çift taraflı korunması gereken bir yerdir. Sınırın bir tarafında TC ye ait karakollar var iken, diğer tarafında komşu devlet kimse ona ait karakolların olması gerekir. Sizin komşu devletiniz eğer sınırlarını düzgün denetleyen ve kendi toprakları içinde tam kontrole sahip bir ülkeyse zaten o ülkeden sizin tarafa kimse elini kolunu sallayarak geçemez. İran, bu konuya verilecek en güzel örnektir. PKK örgütü, İran tarafından sınırı geçip baskın yapamamıştır. Çünkü sınırın diğer tarafını, İran çok güzel bir şekilde kontrol etmektedir. Hatta kendi ülkesinde PKK nın diğer bir kolu kabul edilen PJAK ile savaşmakta ve nefes bile aldırmamaktadır.  Sınır ihlali, hala doğru düzgün bir devlet olamamış, Irak'tan ve zaten kendi eliyle PKK yı beslediği herkesçe bilinen Suriye'den olmaktadır. Bu konuyla ilgili yapılacak şey çok basittir; PKK 'yı değil, Irak ve Suriye'yi muhatap almak gerekir. Onlara, kendi topraklarınızda barınan PKK adlı terör örgütünü siz yok etmezseniz ben size savaş açıcam, çünkü siz bana zarar veren bir örgütü besliyorsunuz demek gerekir. Bu işi savaşarak çözmenin bundan başka yolu yoktur.

Sınır ötesine geçmeyip, zaten TC topraklarında yaşayıp, gündüzleri kahvelerde pinekleyip, aylaklık edip, akşamları dağa çıkan militanlar için de yapılacak şey basittir. Kimse anasının karnından militan olarak doğmaz, işsizlik, güçsüzlük, cahillik gibi sebepler insanların kolay kandırılmalarına sebep olur. Bütün gün boş boş oturan ve herhangi bir vizyona sahip olmayan gençler bir süre sonra üç kuruş para için, ya da boş kalmış kafa ile kolayca dolduruşa getirildiklerinden ya da sıkıntıdan, belki de zorla, bir anda kendilerini örgütte bulurlar. Halbuki eğitim görmüş, iş bulmuş, refahı artmış, ekonomik seviyesi yükselmiş bir birey, hele kapitalizmin olmazsa olmazları ile tanışmış, hep daha fazlasına ihtiyaç duymaya başlamış bir birey, hiç bir şekilde işini gücünü bırakıp, dağa çıkıp, o sefaleti yaşamak istemez. Bütün gün işiyle gücü ile uğraştığından, akşam evine yorgun argın gelip, iki lokma yemeğini yer ve uyur. Boş bir kafa şeytanın çalışma odasıdır, ama meşgul beyinlerin boş işlerle uğraşacak zamanları yoktur.

Terör nerdeyse 30 yıldır, güneydoğuyu vuruyor. Bu zaman zarfında 30 bin asker şehit oldu, en az 50 bin TC vatandaşı genç de, işsiz güçsüz olduğu için vaatler ve boş ideallerle kandırıldı, örgüte katıldı ve can verdi. Bu ülke, her iki taraftan 80 binden fazla vatandaşını, hiç biryere varmayan ve varmayacak olan, sadece silah tüccarları ile bölgede karışıklık isteyen derin devletlerin tetiklediği bir savaşa kurban verdi. Eğer 30 sene öncesinde bu olaylar başladığında, doğuya yatırım yapılsaydı oradaki gençler terör örgütüne katılmayacak, Türk ordusunun gencecik askerleri şehit olmayacaklardı.

Bu meselenin malesef başka türlü çözüm yolu yoktur. Karnı doyan, ekonomik olarak refah seviyesine ulaşmış bireyler, otoriteye karşı baş kaldırmazlar. TC nin batısının sahip olduğu refaha, doğusunun da sahip olması durumunda, PKK nın en önemli asker bulma kaynağı elinden alınmış olacaktır. 30 senede, savunma sanayi ve PKK ile savaşa harcanan paralar ile çok rahat doğu illerimize yatırımlar yapılabilir ve oralar batı illerimiz seviyesine getirilebilinirdi. Hiç bir şey için geç kalınmış değildir. Tüm dünyanın ekonomik krizde yara aldığı bir ortamı, benzer krizi daha evvel yaşayıp, dersler çıkardığı için yaşamayan bir Türkiye, doğu illerine yatırım yapabilecek güçtedir. Bir diğer taraftan Irak ve Suriye, tek muhatap olarak ele alınmalıdır. Arap baharı sebebiyle gergin olduğumuz Suriye'ye tazyik yaparak, Irak ile de Barzani cephesine bastırılarak bu iş çözülür.

Şimdi, bütün bu yazdıklarımın bu kadar zamandır sadece benim aklıma mı geldiğini düşünüyorsanız, büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. 30 senedir iktidar olmuş hükümetlerin danışmanları ve stratejistleri bu ve bunlara benzer stratejileri eminim 50 kere düşünmüşlerdir. Bazı sebeplerden yapmak istememiş olabilirler, ama artık günümüzde gelinen durum korkutucudur, O zamanlar yapılması uygun görülmediyse de bugünler de muhakkak uygulanmalıdır. Aksi takdirde otoritelerin samimiyetlerinden şüphe edilecek ve bunun vebali ilerde çok daha ağır olacaktır.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Milletvekilliği bir meslek midir ?

Lidya’lıların parayı mübadele aracı olarak kullanmaya başlamasından önce insanoğlu ürettiği mal ya da hizmeti, bir başkası tarafından üretilen mal veya hizmetlerle takas ederek ihtiyaçlarını gideriyor ya da geçimini sağlıyordu. Lidyalıların parayı bulmaları sadece bu takas işini kolaylaştırmakla kalmamış, aynı zamanda insanların ilerleyen yüzyıllarda teknolojinin de gelişmesiyle farklı meslekleri yapar hale gelmesine olanak sağlamıştır. Yüzyılların geçmesi ile daha önceleri üretici yani işinin patronu olan insan, zamanla patron olma lüksünü kaybetmiş ve ücret karşılığı çalışan haline gelmiştir. Bu değişim özellikle sanayi devriminden sonra hız kazanmış, git gide daha çok insan patronluktan, ücretli çalışan sınıfına dönüşmüştür. Kısaca özetlemek gerekirse eski çağlarda dünya nüfusunun % 80’i toprak sahibi başka bir anlamda işinin sahibi iken, 21. yüzyılda bu nüfusun % 90’ı ücretli olarak bir başkasının yanında çalışır hale gelmiştir.

Bu değişimlerin sonucunda patronlar; büyük kitlelere istihdam sağladıkları için sadece parasal anlamda zenginleşmediler, aynı zamanda birçok kişinin istikbalini ellerinde tuttukları için güç sahibi de oldular. Zamanla güç sahibi olmak, para sahibi olmanın bile önüne geçti. Para sahibi olmak her zaman gücü getirmiyordu ama güç sahibi olmak, para sahibi olmayı çoğu zaman mümkün kılıyordu. Koltuk sevdası işte böyle bir güç sarhoşluğunun sonucu oluşan bir sevdaydı ve gurur - onur denen erdemleri zamanla belleklerden götürmüştü.

Milletvekilliği günümüz dünyasının koltuk sevdasına verilecek en güzel örneklerinden biridir. On dairelik bir apartmanda yönetici olmamak için bin takla atan insanımız, konu 75 milyonu yönetmek olunca bu işe ömrünü adar, işini gücünü bırakır, ailesini ihmal eder. Hatta yüz lira borç isteseniz yüzünüze ters ters bakacak iken, size hizmet aşkıyla yanıp tutuştuğundan olsa gerek, aday olabilmek için seçim kampanyalarında milyonlarca lira para harcar. Peki, bu kadar mı çok sevdalıdır bize hizmet için? Bütün bir ulusun vebali söz konusuyken, bilgisine ve tecrübesine bu kadar mı çok güvenir? Milletin vekili, yani milletin hakkını koruyan, olmak için kendini bu kadar mı yeterli görür? Yoksa milletine ve devletine hizmet etmek için kendi işini gücünü bırakırken, hatta halkın büyük bir çoğunluğu için servet sayılacak paraları sırf aday olabilmek için harcarken, başka hesaplar mı yapmaktadır?

Milletvekilleri, şehir bazında aday olarak gösterilirler ve o şehirde ikamet eden seçmenler tarafından kendilerini mecliste temsil etmeleri için seçilirler. İstanbul ilinin milletvekilleri, Ankara ilinin milletvekilleri, ya da Artvin ilinin milletvekilleri başka bir değişle 81 ilin milletvekili, Türkiye Büyük Millet Meclisinde seçildikleri şehrin halkının hakkını koruyacak şekilde çalışmalar yaparlar. Daha doğrusu olması gereken budur. Peki, kaçımız yaşadığımız şehirdeki milletvekili adaylarını tanırız ya da biliriz? Kaçımız adayların, seçildikleri takdirde bizim adımıza mecliste ne yapacağını biliyoruz? Ya da kaçımız seçtiğimiz milletvekilinin, hakkımızı koruyup korumadığının takibini yapıyoruz ve ona göre bir diğer seçim döneminde oyumuzu belirliyoruz? Cevap tabi ki çok basit HİÇBİRİMİZ.  Çünkü biz, tüme varan değil tümden gelen bir felsefe ile bizi yönetecek kişileri seçiyoruz ve milletvekillerine değil aslında partilere oy veriyoruz. Bu sebeple milletvekilleri aslında çok rahatlar. Halkın onlara değil de, siyasetini benimsedikleri partilere oy veriyor olması, onların üzerinden çok büyük bir yükü kaldırıyor. Geriye sadece ceylan derisi koltuklar üzerinde güzelce uyumak ya da gerektiğinde parti kararı doğrultusunda düğmeye basmak suretiyle oy vermek ve en önemlisi milletvekili olmanın getirdiği gücün tadına varmak kalıyor. Bu güce karşı öyle büyük bir arzu duyuluyor ki, idealler doğrultusunda halka daha iyi hizmet vermenin değil, milletvekilliğinin gücüne erişmenin hayallerini kuran aday, sırf milletvekili olabilmek adına ideallerinden vazgeçip sol partiden sağ partiye bile geçiş yapılabiliyor.

Milletvekili olabilmek adına işini gücünü bırakan, ailesinin geçimini ihmal eden ve kampanyalarda milyonlarca lira para harcayan birisi bütün bu özveriyi niçin yapar? Aslında olay sadece bir sektör değişimidir. Kişi, milletvekili adayı olarak işini ve yatırımlarını başka bir alana kaydırmıştır. Milletvekili seçildiği andan itibaren, ömür boyu kendisinin ve ailesinin sağlık harcamaları ücretsizdir.  Kendisine tahsis edilen muhteşem lojman ve sahip olduğu birçok ödeneğin haricinde, sıradan çalışanlar gibi seneler sonra değil, iki sene içerisinde emekli olma hakkı kazanır ve ülke standartlarının çok üstünde emekli maaşa sahip olur. Milletvekilleri arasında, 4 dönem üst üste vekillik yapıp, aldığı maaşların toplamı 1 milyon Amerikan dolarının üzerine çıkmış birçok vekil vardır da; hiç sivil hayatında esnaf, işçi, düz memur ya da emekli olanı yoktur.

Milletvekilliğinin gücünün en büyük göstergelerinden biri de tabi ki dokunulmazlık hakkıdır. Bu güç öyle baş döndürücü bir güçtür ki, her milletvekili adayı, dokunulmazlıkların kaldırılması gerektiğini ve mecliste onun için savaşacağını söyleyerek aday olur ama mecliste yemini ettikten sonra halka ettiği yemini unutur.

Yukarda anlatılan avantajları yüzünden kimse milletvekilliğinden vazgeçmek istemez. Zaten derdi tasası olmadığından ve rahatça icra edildiğinden kişiyi yormaz, yıpratmaz. Bu sebeple zaman içerisinde meslek haline gelmiştir. Öyle ki gençler, bir an önce iş hayatına atılıp, çalışıp çabalayıp, ekmek parası kazanmak yerine partilerin gençlik kollarında zaman geçirmekte ve bir gün milletvekili olmanın hayalini kurmaktadırlar. Partilerin gençlik kolları, milletvekilliği için meslek lisesi kıvamında yerlerdir. Oralarda başarılı olan gençler, partide yükselirler ve daha çok sorumluluk almaya başlarlar. En az Serengeti bozkırlarındaki kadar vahşi olan rekabetten, kurnazlığı, cambazlığı, işbilirliği ile sıyrılanlar, gelecekte kan değişimi gerektiğinde aday adayı olarak kullanılmak üzere bir kenara not edilirler. Yine de bu gençlerin çok azı bu mesleği yapma şerefine nail olabilir, çünkü seçim dönemlerinde para harcayan bir iş adamı, hiçbir eğitimi ve vizyonu olmamasına ve hiçbir şeyden anlamamasına rağmen sırf popüler olduğu için bir sporcu ya da sanatçı, ya da bir toprak ağası, çoğu zaman onların önüne geçer.

İşte bütün bu anlatılan sebepler yüzünden, iktidar kim olursa olsun, meclis hangi partinin milletvekillerinden oluşursa oluşsun; her zaman kendi menfaatleri, halkın menfaatlerinin önüne geçecektir. Bu, günümüz dünyasındaki vahşi kapitalizmin, amatör ruhu öldürmesinin bir sonucudur. Pek yakında bu amatör ruhun kaybolmasıyla sporun ve sanatın da ne hallere düştüğünü buradan irdeleyeceğiz.

Sevgiler.

2 Ekim 2011 Pazar

Midnight in Paris

Aslında Woody Allen filmlerini çok severim. Bir iki tanesi hariç hemen hemen hepsi hedefi onikiden vurmuş filmlerdir. Woody Allen filmleri, hem insana çok keyif verir, hem de ciddi anlamda düşündürerek değişik bakış açıları sunar. Kendi kendinize düşündüğünüz sorulara yanıtlar verir, ya da hislerinize tercüman olur. Hikaye bulmakta zorlanan ve işi, Deep Impact - Armageddon, Friends with Benefits - No Strings Attached, The New World - Avatar gibi aynı konunun farklı versiyonlarını ya da Three Musketeers, Spider Man, King Arthur, Robin Hood gibi aynı kahramanların farklı farklı hikayelerini işleyerek kotarmaya çalışan günümüz Hollywood'unda Woody Allen filmleri, hayatın ta kendisidir ve herkes hikayelerinde kendinden bişiler bulur.

Midnight in Paris filmi de benim kendimden bişiler bulduğum filmlerinden biriydi. Owen Wilson ile Rachel McAdams nişanlıdırlar ve Rachel McAdams'ın babasının işi sebebiyle Paris'te kısa bir tatil yapmaktadırlar. Dışardan çok mutlu ve birbirleri için yaratılmış gibi görünen ikili, aslında kağıt üzerinde birbirlerinin check listine uydukları için nişanlanmışlardır. Rachel McAdams, gezmekten, dansa gitmekten, pahalı alışverişler yapmaktan keyif alırken; Owen Wilson, daha manevi değerlere bağlı bir adamdır. Geçmişte hayatın çok daha güzel, insanların çok daha iyi olduklarını düşündüğünden geçmişe özlem duymaktadır. Paris seyahati sırasında Monet'nin resim yaptığı yerleri dolaşmış, şehre aşık olmuş, şehrin 20 yy başlarındaki halini düşünmüş ve içten içe Paris'te yaşamayı hayal eder olmuştur, hatta yazdığı kitabında bir nostalji dükkanında çalışan bir adamın hikayesini işlemektedir.

Bütün bu anlatılanlardan dolayı, Rachel McAdams'ın bir eşten beklentileri ile Owen Wilson'un alakası yoktur ve aynı durum Owen Wilson için de geçerlidir, ama Rachel McAdams'ın çok güzel olması ve Owen Wilson'ın ise Hollywoodun iyi kazanan senaristlerinden biri olması ilişkilerini götüren iki etmendir. Film burada aslında daha sonra değineceğim esas mesaja göre nisbeten daha önemsiz olan ilk mesajını veriyor; check listiniz, evlilik için yeter koşullar sağlamaz ama malesef günümüzde ilişkilerin başlamasını sağlayan en önemli sebeplerin başında kadının güzel, erkeğin zengin olması geliyor. Çiftler arası uyum ve hayattan beklentiler daha sonra devreye giriyor ve ilişkiler malesef çok kısa sürüyor. Neyse ki, Woody Allen akıllı ve hayat tecrübesine sahip insanların zaten bildikleri bu konu hakkında film yapmayacak kadar aşmış bir adam, onun filmi yapmasının esas sebebi daha sonra verdiği mesaj.

Paris tatili devam ettikçe, Rachel McAdams, eskiden flört ettiği Michael Sheen'e rastlıyor. Michael Sheen, entellektüel ve ukala bir adam. Her konu hakkında doğru - yanlış bişiler söylemesi, dünyası alışveriş yapmak üzerine kurulu olan Rachel McAdams'ı bir kez daha etkiliyor ve ikili Owen Wilson'a rağmen tekrar flörtleşmeye başlıyorlar. Owen Wilson ise zaten nişanlısından ve ailesinden sıkılmış olduğundan tüm vaktini yazmakta olduğu kitaba ayırıyor ve bir gece Rachel McAdams ve Michael Sheen ile dansa gitmek istemeyip, otele yürüyerek dönmeye çalışıyor ve hayatını değiştiren tecrübeyi yaşamaya başlıyor. Oteli aramaktan yorulduğu bir anda bir sokak merdiveninde otururken yakındaki kilisenin çanının gece 12 yi vurmasıyla eski klasik bir araba yanında duruyor ve içerisindeki kızlı erkekli grubun ısrarlarına dayanamayarak arabaya biniyor. Araba bir süre sonra grubu bir partiye getiriyor. Owen Wilson partide sağa sola gülümserken ve nerede olduğunu anlamaya çalışırken, birden Cole Porter'ın müziğini duyuyor ve sahnede gerçekten onu görünce küçük dilini yutacak gibi oluyor. Daha sonra sırasıyla, The Great Gatsby ve Curious Case of Benjamin Button gibi filmlere konu olmuş romanlarıyla, 20 yy'ın en büyük Amerikalı yazarlarından biri olarak kabul edilen Scott Fitzgerald ve onun ilham kaynağı eşi Zelda Fitzgerald ile tanışıyor. İkili ile sohbet ederken, yanlarına ünlü yazar Ernest Hemingway geliyor ve Owen Wilson tabiri caizse beyinsel bir orgazm yaşıyor. Heyecanla sohbete dalıp, onlara yazdığı kitaptan bahsedip, dünyanın o andaki en büyük yazarlarından fikir almak isterken, Hemingway kendisine fikir veremeyeceğini ama isterse yazdığı romanı, dönemin ünlü şairi, yazarı ve sanat koleksiyoncusu olan Gertrude Stein'e okutabileceğini söylüyor. Beraber Gertrude Stein'in evine gidiyorlar ve Owen Wilson orada Pablo Picasso ve sevgilisi Adriana (Marion Cottilard) ile tanışıyor. İşte o an Owen Wilson'un tarihte ilk çoklu orgazm yaşayan erkek olarak tarihe geçtiği an oluyor.

Owen Wilson daha sonra günlerini, sıkıcı sevgilisi Rachel McAdams'tan ve ukala Michael Sheen'den kaçarak Gertrude Stein'ın fikirleri doğrultusunda romanını değiştirerek; gecelerini ise, 1920 lerin Paris'inde hayranı olduğu yazar, şair ve ressamlarla sohbet ederek geçirmeye başlar. Gündüzler artık onun için gecelere ulaşmak için birer amaçtır. Her gece aynı sokak merdivenine gider, çanın çalmasını bekler ve gelen klasik Peugeot ile 1920 lerin Paris'ine gider. İlerleyen gecelerde Salvador Dali, Henri Matisse, ve defalarca Cannes'da ödül almış gelmiş geçmiş en iyi sürrealist sinemacı sayılan Altın Çağ ile Catherine Denevue'ün oynadığı Belle de Jour gibi filmlerin senaristi ve yönetmeni Luis Bunuel ile tanışır, hatta Luis Bunuel'e fikir bile verir. Bütün bunları yaparken de hızlı çapkın Picasso'nun başka kadınlarla ilgilenmesine dayanamadığı için ünlü ressamı terkeden güzel Adrina ile flört etmeye başlar. Adriana çok alımlı ve akıllı bir kadındır ve Owen Wilson'ın farklı olması onu çok etkiler.

Geceler birbirini kovaladıkça Adriana ile Owen Wilson daha çok yakınlaşırlar ve bir gece Adriana, Owen Wilson ile sokakta yürürken ilk kez Owen Wilson'a açılır ve aslında çok mutsuz olduğundan, tercihi olsaydı şimdiki dönemde yaşamayı seçmeyeceğinden ve 19.yy sonlarından, I. dünya savaşına kadar süren, güzel çağ adıyla anılan ve moda, teknoloji, bilim ve sanat alanında atılımların başladığı bir dönem olan La Belle Epoque de yaşamak için neler vereceğinden bahseder ve keşke La Belle Epoque da yaşasaydım der. İşte tam o sırada önlerinde bir at arabası durur ve bindiklerinde araba onları La Belle Epoque döneminde bir partiye götürür. Owen Wilson ve Adriana bu partide, ünlü ressamlar Henri de Toulouse - Lautrec, Edgar Degas ve Paul Gaugin ile tanışırlar. Adriana yaşadıklarına inanamaz ve La Belle Epoque'da kalmak istediğini söyler ama Owen Wilson hayatının dersini almıştır; kimse olduğu zamandan mutlu değildir. Kendisi 1920'lerin Paris'inde yaşamak isterken, o dönemin önemli bir şahsiyeti bambaşka bir dönemde, La Belle Epoque'da yaşamak istemektedir. Aslolan kendi döneminde huzuru ve mutluluğu bulmaktır, çünkü geçmişe özlem, hem beyhudedir, hem de sahip olunamayan şeye duyulan özlemden başka bir şey değildir.

Owen Wilson, Adriana'ya olan aşkından kafasına dank eden şeyi açıklamaya çalıştıysa da Adriana'yı ikna edemez ve onu orada bırakıp, geçmiş dönemlerin keyfinden kurtulup, günümüz hayatının acı gerçeklerine döner ve hayatını yoluna koymak adına gereken adımları atar.

Bütün bir filmi baştan sona anlattım gibi gelse de inanın anlatmadığım çok şey var ve izlemek çok daha keyifli ve güzel. Woody Allen, günümüzdeki insanların geçmişe olan özlemlerinin aslında ne kadar boş olduğunu ve her dönemin kendi sakinlerinin aslında geçmişi arzuladıklarını çok keyifli bir dille anlatmış, anlatırken de o dönemler hakkında ansiklopedik sayılacak bilgiler vermiş.

Benim de zaman zaman günümüzdeki yozlaşmalardan, dejenerasyondan ve insanların geldiği durumdan sıkılarak daha eski dönemlerde yaşasam daha mı iyi olurdu acaba diye düşünmüşlüğüm çok olmuştur ama şimdi eminimki o zamanlarda yaşayan insanlar da belki kendi zamanlarını yozlaşmış, dejenere olmuş olarak görmüşler ve daha eski zamanlarda yaşamayı içlerinden geçirmişlerdi. Bu duygu, insanın sahip olmadığı şeye özenmesinin başka türlü bir örneği sadece ve büyük usta Woody Allen, koleksiyonluk bu filmiyle, bu duyguyu başka kimsenin anlatamayacağı kadar güzel anlatmış.

Umarım siz de, zaten sen bütün filmi anlatmışsın demez, ve bu güzel filmi seyredersiniz ve seyrederken de benim aldığım keyfi alırsınız. İyi seyirler.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Sevgi ve Nefret

1900’ lü yılların başında ünlü bir üniversitede, bir profesör dersindeki öğrencilerine şu soruyu sorar;
-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?'
Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.
- ' Evet her şeyi Tanrı yarattı !'
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar.
Profesör devam eder;
- 'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız ' Kesinleştirme ' prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar ve
-Bir soru sorabilir miyim profesör? Der .
Profesör de sorabileceğini söyler.
Öğrenci ayağa kalkar ve 'Soğuk var mıdır? diye sorar.
Profesör;
-'Nasil bir soru bu boyle,tabiki vardir ' diye yanitlar.
'Sen hic soguktan usumedin mi?'
Ogrenci ;
-'Aslinda, fizik yasalarina gore soguk yoktur. Yasamda, realitede biz sogugu sicakligin yoklugu olarak dusunuruz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir sekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Ornegin, 0 derece sicakligin kesin yoklugudur (hic olmadigi seviyedir).Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek icin yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,
- Profesor, karanlık var mıdır?
profesör ;
-'Tabiki vardır'. Öğrenci yanıtlar,
-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Cünkü, karanlık da yoktur. Yasamda / realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde calışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasini kullanarak beyaz ışığı kirar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlik bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın veya uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlik tarafindan , ışığın olmadigi yer/mekan icin kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;
-'Efendim seytan var mıdır?
Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;
-'Tabiki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde onu görürüz.Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmis tüm suçlarda ve şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.' der..
Öğrenci devam eder;
-'Şeytan yoktur efendim.Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrının yokluğudur. O aynen karanlık ve soğuk da oldugu gibi insanın tanrının yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.Tanrı şeytanı yaratmadi. Şeytan/kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur.O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.
Profesör şok olmuş bir şekilde sessizce yerine oturur.
Profesöre ders veren bu genc öğrencinin adı ALBERT EINSTEIN'dir

---------

Yazıma bu hikaye ile başlama sebebim; sevgi ile nefretin arasındaki ilişkinin sıcak ve soğuk, karanlık ve aydınlıktan çok farklı olmadığını düşünmemdendir. Aynı karanlığın olmadığı ışığın yokluğunun olduğu gibi, ya da soğuğun olmadığı sıcaklığın yokluğunun olduğu gibi aslında nefret de yoktur. Sadece sevginin yokluğu vardır.

İnsanoğlu, ilk çağlardan günümüze geldikçe, medeniyette ilerledi, bireysel hayattan toplumsal hayata geçti. Çağlar boyu gelişip, daha kalabalık ve sosyal bir hayat yaşamaya başladıkça da, sorumlulukları ve fedakarlık göstermesi gereken konuların sayısı arttı. Kişi sadece kendine sorumlu iken ailenin genişlemesi ile aileye, iş hayatının oluşması ile şirketine ve çalışma arkadaşlarına, topraklarında yaşadığı ülkeye, vatandaşı olduğu topluma karşı sorumluluk taşır ve fedakarlık yapmak zorunda olur hale geldi. Teknolojinin de gelişmesi ile, çok hızlı bir şekilde tüm dünyaya ulaşabilmeye başlayan, görsel ve yazılı medya ile enformasyon alanında çağ atlayan insanlık bu enformasyonun neticesinde daha evvel görmediği yenilikleri gördü ve egosu sayesinde daha çok talepkar ve daha hırslı oldu. İlk çağlarda ektiği bir avuç toprakla, sadece karnını doyurarak ve başını sokacak bir ev bularak mutlu olurken; günümüzde, tüm dünyayı medya ile takip ederek yaşadığı çevre ve dünya ile yarışmaya ve ancak bundan eksik kalmayarak mutlu olmaya başladı.

Bu talepkarlık ve hırs insanları manevi taraftan maddi tarafa yöneltmeye başladı ve insanlar makineleşmeye başladılar. Sabahları 7:00 de uyanan, 7:30 da evden çıkan, trafik yüzünden anca 8:30 da işinde olabilen, 12:30 ile 13:30 arasında öğle yemeğini yiyen ve 18:00 da işinden çıkıp yine trafik yüzünden ailesine tam 1 saat sonra 19:00 da kavuşabilen ve ertesi gün 07:00 de kalkmak için 22:00 de uykuya dalan makinalarız artık. Trafikte bir öndeki arabayı geçmek ya da yan yoldan çıkan arabaya yol vermemek üzerine programlıyoruz kendimizi. Günümüzde düşünen makinelerin de yaratılmaya başlandığı dünyamızda makineler ile insanları ayıran tek fark ise sevgi. Yaşam şartlarının çok daha zorlu hale geldiği günümüzde bizi kendimizi insan gibi hissettirecek tek şey sevgi. Cumhuriyetin ilk yıllarında uzun yıllar savaşmamız sebebiyle yokluklar içinde yaşarken, günümüzde herşeye sahip halimizden çok daha mutluyduk belki de. En azından 1900 lü yıllarda sevgisizlik ve toleranssızlık yüzünden meydana gelen boşanmalar 2000 li yılların çok daha altındaydı.

Artık her şeyimiz var ama yine de mutlu değiliz. Televizyonumuz olduğu halde yeni çıkan dev ekran plazma televizyonlara heves ediyoruz, cep telefonları hayatımıza girdi ve biz her sene daha yeni modelini almak için birbirimizle yarışıyoruz. Çalışıp, didinip, on yıllık kredilerle ev sahibi olup, daha onun borcu bitmeden daha büyüğünün daha güzelinin hayalini kurmaya başlıyoruz. Dünya üzerindeki insan sayısı arttıkça, doğal kaynaklara ulaşmak çok daha zorlaşıyor. Sistem yani globalleşen dünyada doğal kaynakları kullanan şirketler ise karlılıklarını arttırmak için bizleri medya yoluyla daha çok tüketime itiyorlar. Kazancımızın çok üzerinde tüketip, kredi kartlarımıza yükleniyoruz. Kendimizi her şeyin en iyisine layık görüp altından kalkamayacağımız borçlar yaratacak harcamalarda bulunuyoruz.

Eskiden anne babalarımız evlenirken her şeylerinin eksiksiz olmasından çok, sevgilerinin eksiksiz olmasına dikkat ederlermiş, oysa şimdi bırakın düğünlerinin üzerinden iki sene geçmesine rağmen halen borç ödeyen gençleri, hayatlarının belki de 3. baharını yaşayacak koca koca insanlar bile evlilik programlarında karşısındakinin evini, arabasını ya da emekli maaşını sorar haldeler. Yaz aylarında tatillere çıkıp, 12 taksitle bir sonraki yaza kadar borcunu anca ödüyoruz. Sistem, sürekli kendisini besleyen ve tüketen bir nesil istiyor. Çünkü sistem ancak tüketim ile ayakta kalabiliyor. Bizler de sistemi besleyen ve onun aksamadan hareket etmesini sağlayan dişlileriz. Medyanın pompalaması ile bilinçaltımıza yerleştirilen her şeye sahip olma güdüsüyle kendimizi sürekli başkalarıyla ve onların sahip oldukları ile kıyaslıyoruz. Tabi ki her şey insanlar için, ama her şeye sahip olmakta insanı mutlu etmiyor tam tersine doyumsuz ve daha mutsuz bir insan haline getiriyor. Bizler daha iyi evlere, arabalara, mücevherlere, saatlere, kıyafetlere, eşyalara sahip olmak için daha çok borçlanıyoruz, daha çok borçlandıkça da, daha çok çalışıyoruz, daha çok çalıştıkça insanlığımızdan, sevgiden, iyi niyetten ve hoşgörüden daha çok uzaklaşıyoruz. Çünkü sistem güçlü olana şans tanıyor. İş hayatında başarılı ve güçlü olan ayakta kalıyor. İlkel çağlarda sadece güçlü olanın ayakta kaldığı dönemler, medeniyete geçmemizle yerini başka özelliklere bırakmalıydı. Bırakın sosyal ilişkileri artık gönül ilişkilerimizi yaşarken bile güç savaşları veriyoruz. En saf halimizle yaşamamız gereken gönül ilişkilerimizde, iş hayatındaki stratejileri uygulamaya çalışıyoruz. Artık önemsemeyen, sevmeyen, sevemeyen, hissettiği elde edememe duygusunu aşk zanneden, elde ettiği an eski hevesi kaçan, ödün verilmeyen ilişkiler yaşıyoruz. “Bir daha mı geleceksin dünyaya”, “hayat kısa yaşamana bak” gibi sloganlar bizi daha benmerkezci, daha sığ bir hale getiriyor.

Sevgi duymanın, iyi niyet ve hoşgörüye sahip olmanın en temel kuralı mutlu olmaktır. Kazandığımızla mutlu olmak, sahip olduklarımızla mutlu olmak, sağlıklı olduğumuz için mutlu olmak, ailemiz ve arkadaşlarımız olduğu için mutlu olmak, sevdiğimiz ve sevildiğimizi için mutlu olmak, bugünle mutlu olmak.

Hayatı mutsuz bir şekilde yaşarken, sorumluluk ve gönülsüz fedakarlığın üzerine inşa edilmiş sosyal ilişkiler, sevginin, anlayışının ve hoşgörünün olamadığı durumlar yaratırlar, yani kısaca sevginin yokluğunda nefreti açığa çıkarırlar. Nefret başta da anlattığımız kısa hikayede olduğu gibi sevginin yokluğu durumudur. Zor hayat koşulları ve sürekli daha iyiyi elde etmeye programlı insan egosu, maalesef sevgi ile nefret arasında nötr bir durumda olmayı da mümkün kılmıyor. İnsanoğlu hayat şartlarından ve makinalaşmaktan bunaldıkça, sevgiyi kaybettiği an sorumlulukların ağırlığından ve fedakarlık yapmaktan nefret ile dolmaya başlıyor. Halbuki bu gelişen ve bizi maneviyattan uzaklaştıran hayatta, sevgiye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Evde, işyerinde ya da sokakta karşılaştığımız sorunları çözmeye ancak sevgi ile yaklaştığımız taktirde, günü kurtarmaktan uzaklaşır, kendimize ve çocuklarımıza daha iyi bir gelecek hazırlarız. Kendimizi sevgiye ve sevginin getirdiği hoşgörü ve iyiniyete programlamalıyız. Bunu ne kadar becerebilirsek o kadar, aslında var olmayan bir duygu olan nefreti önce davranışlarımızdan sonra da belleklerimizden atarız. Sonuçta nefret benliğimizde hiçbir zaman olmayan, doğduktan sonra egolarımız ve yaşadığımız zorluklar ve küskünlükler sonucu öğrendiğimiz bir his. Bizim varoluş sebebimiz, dünyaya gelme sebebimiz bile bir sevginin sonucu. En saf halimizle, bizi karşılıksız ve her şeyden çok sevecek olan bir ailenin içine doğuyoruz. Bu şartlarda dışarıdan bir etki olmaksızın nefret duygusuyla tanışma ihtimalimiz olabilir mi?  Olamaz. Nefret ancak sevginin olmadığı bir durumda kendine yer bulabilir ve inanın bana karanlıktan ya da soğuktan çok daha kötüdür.

Bütün bu yukarda anlattıklarım sebebiyle hemen sevgiye yer açmalıyız. Bunun için mutlu olmayı öğrenmeli, kırgınlıkları affetmeli, samimi ve içten olmalı, hemen gülümsemeli ve elimizi uzatmalıyız. Sevgiyi çağrıştıracak her türlü duygu ve hareket içimizden fışkırmalı. Hepimizden. Her zamankinden daha çok ihtiyacımız var hem de hiç geciktirmeden.



SEVGİLERDE

Sevgileri  yarınlara bıraktınız, 
Çekingen tutuk saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı;
Bitmeyen işler yüzünden 
( Siz böyle olsun istemezdiniz )
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz 
Çirkindi dar vakitte bir sevgiyi söylemek
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği, aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız 
Vermeye az buldunuz, yahut vakit olmadı.

Behçet NECATİGİL