Toprakları üstünde birçok etnik kökenden ve milletten insanın
rahat ve huzur içinde yaşadığı, üç kıtaya hükmetmiş bir devlet olan Osmanlı
İmparatorluğunun, en parlak dönemini anlatan meşhur bir dizimiz var. Göz alıcı
dekorları, birbirinden çarpıcı kostümleri, güçlü kadrosu ve sürükleyici
anlatımıyla ben dahil milyonları ekrana kilitleyen bu dizi, zaten sayısız kitap
okuyup senaryo yazacak kadar tarihe meraklı olan bendeniz de, o dönemle ilgili de
sayısız kitap okuma isteği yarattı.
Anadolu’da küçücük bir beylik iken, İslamiyet’i yayma adına
yapılan savaşlarla, diğer beylikler arasından sıyrılan, toprakları büyüdükçe
güçlenen, güçlendikçe büyüyen ve zamanla tarihin en büyük imparatorluklarından
biri olan Osmanlı, aslında birbirinden enteresan hikayelere sahip. Bu hikayelerden en ilginci de tabi ki en uzun
süre (tam 46 yıl) tahtta kalmış ve hükümdarlığı sırasında da Devlet-i Aliye'nin
en geniş topraklara sahip olmasını sağlamış Kanuni Sultan Süleyman'a ve onun
eşi Hürrem Sultana ait.
Okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyenleri, tarih
romanı değil, tarihin romanını yazdığını söyleyen değerli yazar Cahit Ülkü’nün
kitapları “Son Hazaryalı” ve “Suların Getirdiği Padişah” adlı kitaplar oldu. Yazarın, bu iki kitabın haricinde, “Pargalı İbrahim Paşa” ve “Rüstem Paşa” adlarıyla iki
kitabı daha var. Cahit Ülkü, anlaşıldığı üzere tamamen Sultan Süleyman dönemi
üzerine ciddi araştırmalar yapmış ve o dönemin karakterleri ile ilgili romanlar
yazmış. Özellikle “Son Hazaryalı” daha bir Hürrem romanı ve 12 sayfalık
kaynakçasıyla, tarih romanı değil, tarihin kendisinin roman haline gelmiş şekli
olduğuyla da hayli iddialı.
Tabi, blogumdaki bir önceki “Tarih tekerrürden ibaretse,
hangi tarihi dikkate almalıyız?” adlı yazımda da belirttiğim gibi; konu tarih
olunca, o zamandan bu zamana kadar süregelmiş kaynaklar ve belgelerin
doğruluğuna ve onların mantıklı bir şekilde yorumlandığına kendimizi teslim
etmek zorundayız. Buradan yola çıkarak, Muhteşem Yüzyıl dizisini merak ve ilgi
ile izleyenlere, tam 207 ayrı kaynaktan yararlanılarak yazılmış “Son Hazaryalı”
adlı romandan bazı ilginç bilgiler vermek istedim.
Hürrem, yani kitaptaki adıyla Roza, bir dönem Hazar denizinin
kuzeyinde hüküm sürmüş Hazarya devletinin son hanlarından Ivan’ın kızı. Hazarya,
Musevi bir devlet ve o dönem, Hristiyanlardan çok zulüm gördükleri için zamanla
güçsüzleşmiş ve dağılmış. Hayatta kalan son Han’ın en büyük hayali ise bir gün
yeniden Hazarya devletini kurmak. Bunun için de, kızı Roza’yı, Museviliğin en
rahat yaşandığı Osmanlı topraklarına yollamak, hatta sadece yollamakla
kalmayıp, aynı zamanda Roza’nın Devlet-i Aliye’nin hükümdarı, Sultan Süleyman
Han’ın en yakın arkadaşı ve has odabaşısı Pargalı İbrahim’in de eşi olmasını
istiyor.
Eskiden kendisine sadık olup da şimdi Osmanlı akıncıları
içinde yer alan bir cengaverden de sözde Roza’yı kaçırmasını ve bir savaş
ganimeti gibi Pargalı İbrahim’e sunmasını istiyor. Planı aynen gerçekleşse de,
Pargalı, kendisine getirilen bu kızıl dilberi kendine layık görmeyip hünkarına
sunuyor ve Ivan istedi bir göz, Allah verdi iki göz şeklinde bir durum
oluşuyor. Hazarya devletini kurma
heyecanıyla cihan imparatorunun karşısına çıkan Roza bütün hünerlerini
konuşturuyor ve sultanı kendisine aşık ediyor. Zaman içerisinde ilk şehzade Mustafa'nın annesi Mahidevran ile
yaptığı kavgalardan galip çıkmasıyla, saraydaki konumu güçleniyor ve şehzadeler
doğurdukça Sultan Süleyman üzerindeki etkisi artıyor ama bir türlü padişahı
eski Hazarya devletinin olduğu topraklara göndertip, oralarda babasının kurduğu
hayalin gerçeğe dönüşmesini sağlayamıyor. Mehmet ve Mihrümah doğduktan sonra, babası
Ivan’ın yanındayken tanıdığı ve aşık olduğu Hazaryalı doktor Agustinho,
kendisini Hürrem'in kardeşi gibi tanıtıp sarayda Roza’yı ziyaret ediyor. Bu
bölümler aslında Muhteşem Yüzyıl dizisinde ressam Leo adıyla, belki de toplum
korkusuyla, biraz farklı bir şekilde anlatıldıysa da Cahit Ülkü’ye göre aslında
gelen Hazaryalı doktor Agustinho. Hürrem, Agustinho’yu görünce hem aşkı depreşiyor
hem de Süleyman Hazar devletinin kurulmasını sağlamadıysa belki oğlu sağlar
diyerek Agustinho ile birlikte oluyor. Böylece Sultan Süleyman’a hiç benzemeyen
ve safkan Hazaryalı Selim doğuyor.
Artık Hürrem’in önünde hayallerini gerçekleştirmek için bir
tek adım kalır o da safkan Hazaryalı oğlunu, Selim’i sultan yapmak. Bunun için
önce Mahidevran’ın oğlu Mustafa’dan kurtulmalı ama ondan önce şehzade Mustafa'nın en büyük koruyucusu Pargalı İbrahim’in
işini bitirmelidir. Zaten yıldızı barışmadığı Pargalı, Süleyman ile oyun oynadığı
bir gecenin sabahı boğazlanmış olarak bulunur. Pargalı’nın ölümüyle boşalan
vezir-i azamlık görevine, Mihrümah ile zorla evlendirdiği Rüstem Paşayı
geçirtir. Rüstem Paşa ise Hürrem’in bu iki iyiliğini karşılıksız bırakmamak
için artık Hürrem’in kuklası haline gelir. Zaman içerisinde şehzade Mustafa’nın
katibinin el yazmalarını ele geçirip yazısını taklit etmeye ve şehzade Mustafa’nın
sahte mührüyle babası Süleyman’a Mustafa'nın ağzından mektuplar yazmaya başlar. Mektuplarda şehzade
babasının artık yaşlandığını, tahtı kendisine bırakması gerektiğini söyler.
Süleyman’ın sert dille şehzadesini azarladığı mektuplar ise hiç Mustafa’ya
ulaşmaz, böylece İstanbul’da babasının kendisine bilendiğinden habersiz kalır.
Bir gün Süleyman daha fazla dayanamaz ve kararını verir. Ya oğlu onu öldürecektir,
ya da o oğlunu. Mustafa’yı otağında huzuruna çağırdığı bir gün yedi iri cellat,
Mustafa’yı, belki de sultan olsa, Devlet-i Aliye’yi çok daha ileri götürecek
kadar değerli bir şehzadeyi hakkın rahmetine kavuştururlar. Süleyman perdenin
arkasından oğlunun cansız bedenine bakarken sakat doğan en küçük şehzade Cihangir
çadıra girer ve abisinin naaşını gördüğünde babasına oğluna nasıl kıydığı
hakkında veryansın eder. Süleyman o sinir boşalımıyla oğluna sert bir tekme
atar ve zaten sakat olan Cihangir yediği tekme ile oracıkta ölür. Mustafa’nın
ölümüyle iyice gözden düşen Mahidevran Edirne sarayına sürülür. Artık
padişahlık için en büyük aday, Hürrem’in büyük oğlu Mehmet’tir ama o da kaderin
acı bir oyunu ile attan düşerek ölür. Geriye sadece Selim ile Beyazıd
kalmıştır. Hürrem’in bu ikilideki tercihi çok nettir. Hazarya devletinin
yeniden kurulması için safkan Hazaryalı Selim tahta geçmelidir. İki şehzade
arasında hep Selim’in adını öne sürer, zaten yaşça büyük olan da o dur.
Süleyman
zamanla Beyazıd’ı gözden çıkarmaya başlar. İki kardeş arasında yapılan
savaşlarda hep Selim’e destek olur. Beyazıd en son, İran şahı Tahmasb’a
sığınmak zorunda kalır. Tahmasb, Beyazıd’ı 20.000 askeri ile sarayında konuk
eder. En yakın adamlarının “şehzadem bir onay verin, 20.000 askerle Tahmasb’ın
sarayını ele geçirelim. Babanız, İran’ı fethetmiş bir şehzadeye hayır diyemez,
bir anda hem batının hem doğunun hükümdarı olursunuz.” telkinlerine, “bize
konukseverlik gösteren bir ev sahibine bu hainliği yapamayız” deyip reddeder, ama
o Tahmasb onun için aynı asaleti göstermez ve zaman içinde gelişen
dostluklarına binaen şehzadenin askerlerini ödünç alarak kısa görevler için
İran’ın belli yerlerine gönderir ama giden hiçbir asker geri dönmez. Sonrasında
da askersiz kalan şehzadeyi Süleyman’dan gelen bir ferman ile hapseder. Daha
sonra ise İstanbul’dan gelen cellatlar, hem şehzadeyi hem de ailesini
katlederek, tahtın tek varisinin Selim olmasını sağlarlar.
Beyaz'ın iki dakika da Yaprak Dökümü, ya da iki dakika da Kuzey Güney'i anlatması gibi hızlıca anlattığımdan çok daha fazlası var Cahit Ülkü’nün
kitaplarında. Okuması kolay, dili akıcı. Muhteşem Yüzyıl dizisinde bu
anlatılanların ne kadarı beyazcama yansıyacak, ne kadarı halkın tepkisinden
korkularak es geçilecek bilemiyorum ama çok da tepki gösterilmeyi gerektirecek
bir durum olduğunu sanmıyorum. Sonuçta sultanlara şehzade veren harem
gözdelerinin tamamının gayri Müslim olduğu bir dönemde Selim safkan Hazaryalı
olmuş olmamış ne fark eder? Tam 207 kaynaktan yararlanılarak yazılan “Son Hazaryalı’nın”
anlattıkları bana ilginç geldiği için buradan okuyanlarla da paylaşmak istedim.
Bize bugüne kadar öğretilenlerden çok daha farklı ve çok daha şaşırtıcı olan bütün
bu anlatılanlardan sonra insan kendi kendine sormadan edemiyor; acaba Süleyman
46 sene tahtta kaldığı için mi, o tarihten sonra imparatorluk bir daha hiç aynı
parlak günlerini göremedi? II. Murat’ın tahtı Fatih Sultan Mehmet’e bıraktığı
gibi, o da ölmeden tahtı en iyi yetişen oğluna bıraksaydı, Devlet-i Aliye için
daha mı iyi olurdu? Yani muhteşem yüzyılı yaratan cihan imparatoru, hırsıyla
bilmeden o imparatorluğun gerçek anlamda başarılı son imparatoru mu olmuştu?
Yani muhteşem yüzyıl, aslında bir bakıma sonun başlangıcı mı oldu? Maalesef hiç bir zaman bilemeyeceğiz.