20 Ocak 2012 Cuma

….and Justice for All

Valla son yaşanan olaylar hakkında yazmayayım yazmayayım diye kendimle çok mücadele ettim ama artık sabrım öyle bir taştı, insanlar sosyal medyalarda, gazete ve televizyonlarda öyle bir garipleştiler ki, kendimi tutamadım. Aslında çok sevdiğim bir arkadaşımın benimle aynı düşünceyi paylaşıyor olması da bu yazıyı yazmamda itici bir güç oldu. Bir ayar çekme düşüncesi içerisinde, bu blogu okumaya değer bulanlar arasından, farkında olmayanların farkına varması, farkında olanların ise destek alması amacıyla, tabi biraz da kendim de deşarj olmak için bu satırları kaleme aldım.

Son günlerde yine sıkça bir şekilde, hem ölüm yıldönümünün gelmesi, hem de katillerinin mahkemesinin olması sebebiyle her yerde Hrant Dink’i okumaya başladık.  Ölümünün 5. yılı dolayısıyla anma törenleri ve yürüyüşler düzenlendi, herkes yine hep bir ağızdan “hepimiz ermeniyiz”, “mahkemeler hala suçluları cezalandırmadı”, “nerde bu adalet?”  vs. gibi sloganlar atmaya başladı. Politik sebeplerle oluşturulmuş, sözde Türk – ermeni anlaşmazlığına, elinden geldiğince yapıcı çözümler üretmeye çalışmış bir gazetecinin suikaste kurban gitmiş olması sonucu, insanların yürüyüşler yapmaları, onu anmaları ve onun için adalet istemelerinde hiçbir gariplik yok. Hatta ben de bu konuda bir an evvel adaletin tecelli etmesini ve katillerin cezalarını çekmelerini gönülden isteyen kişilerin başında geliyorum.  Yani buraya kadarki hiçbir şeye, herhangi bir itirazım yok.
Benim itirazım başka bir konuda. Bütün bu toplumsal dayanışmaların yanında, beni son derece rahatsız eden bambaşka bir konu var; o da bizim bu yaşanan bu olaylarda kraldan çok kralcı olarak gaza gelmemiz ve kuklavari bir tavır takınıyor olmamız. Şimdi sorarım size;  siz, bu anma törenlerine katılanlar, adalet istiyoruz diye çığıranlar, yürüyüşler de Hrant Dink maskesi takarak yürüyenler, Hrant Dink’in katilleri neden hala cezalarını çekmiyor, neden mahkeme hala sonuçlanmıyor diye bağıranlar; aynı isyankar tutumu Abdi İpekçi için, Çetin Emeç için, Uğur Mumcu için, Bahriye Üçok için, Ahmet Taner Kışlalı için, ya da binlerce kişiye ekmek kapısı olmuş, Türk – Musevi ilişkileri için çok önemli girişimlerde bulunmuş Üzeyir Garih için gösterdiniz mi? Bu kişilerin ölüm yıldönümlerinde anma törenlerine katıldınız mı? Onların maskelerini takıp, hepimiz Uğur’uz, hepimiz Üzeyir’iz dediniz mi? Abdi İpekçi ve Üzeyir Garih cinayetlerinin azmettiricilerinin ve diğer suikaste uğrayan değerli insanların katillerinin bulunması için yürüyüşler yaptınız mı? Onlar için adalet aradınız mı? Faillerinin bulunamamasına isyan ettiniz mi?

Ben yukarda ismi geçen bütün değerli insanların, suikaste uğradıkları zamanları daha dün gibi hatırlıyorum. Bu değerli insanlara, Hrant Dink’e gösterilen ilgi ve alakanın onda biri gösterilmedi. Onların failleri için adalet istenmedi. Ölüm yıldönümlerinde yürüyüşler yapılmadı. Bunlar daha mı değersiz insanlardı? Yoksa biz mi kurmalı bebek gibi yine düşünmeden rolümüzü oynuyoruz? Ortada bir ikiyüzlülük mü var? Anlamsız bir gaza gelme mi? Yoksa değerleri bilmeme, onlara sahip çıkmama mı var?
Franz Kafka’nın bundan 100 sene önce kaleme aldığı “Dava” adlı romanında, Joseph K’nın başına gelen olayların benzerlerinin, ta 21.yy da “yok biz o romanın daha iyisini yazarız” dercesine yaşandığı bir ülkenin vatandaşı olarak Hrant Dink için istenen ayrıcalık niye? Ermeni vatandaşlarımızı gerçekten çok takdir ediyorum, kendileri için son derece önemli olan bir kişi için sonuna kadar mücadele ediyorlar, peki biz niye diğerleri için hiç mücadele etmedik? O kadar değerli değiller miydi? Özür dilerim ama bizim yatacak yerimiz yok. Çağdaş medeniyet seviyesine erişmiş bir ülkenin vatandaşları, ya herkes için adalet istemeli, ya da herkes için aynı sessizlikte kalmalı ve konuyu gereken makamlara bırakmalıdırlar.

Cumhuriyetin kurulduğu tarihi bir kerede söyleyemeyen, mili marşımızı kimin yazdığı, ya da Kıbrıs’ın nerede olduğu gibi IQ bile gerektirmeyen sorulara cevap veremeyen insanlarımızın Hrant Dink’i de yaşarken tanıdıklarını ve bildiklerini düşünmüyorum.  Hrant Dink’i öldükten sonra tanıyan insanların da şimdi onun için isyanlarda bulunuyor olmaları bana çok komik geliyor kusura bakmayın. Yattığı yerden “ vay be kardeşim ben neymişim” diyerek eminim o da gülüyordur bu maskaralığa. Anma törenlerinde yürüyen insanların yarısı vaktiyle Agos gazetesi alıyor olsaydı, gazete heralde tiraj patlaması yaşar, en çok okunan gazeteler arasında ilk üçe girerdi.
Bütün bu yazdıklarımdan Hrant Dink’e ve onun için yapılanlara karşı olduğum gibi zeka özürlü bir yorum çıkarmayın lütfen, ben herkes için adalet olmalı ve herkes için adalet istenmeli diye düşünüyorum sadece. Çünkü siz böyle kişilere özel adaletler istediğiniz sürece çıkan sonuçlardan maalesef hiçbir zaman tatmin olamayacaksınız, ya da tatmin olduğunuzu zannedeceksiniz. Çünkü toplumun her kesimi için uygulanan yasalara adalet, bazı kesimleri için uygulananlara ise iltimas denir. Bu iltiması önce halk yapmaya başlarsa, sonrasında mahkemeler yaptığında söyleyecek sözünüz olmaz.  Kaval çalan çobanın peşinden güle oynaya mezbahaya giden koyun sürüleri olmaktan bir an evvel vazgeçmeli, okuyan, öğrenen, irdeleyen, analitik düşünen bireyler olmaya adımlar atmalıyız. Yoksa daha çoook adalet tecelli olsun diye bekleriz, ya da bir gün komşunun evi soyuluyor yetişin diye bağırırken hırsızlar altımızdaki donu alırlar da haberimiz olmaz.


Tolga AYKUT

13 Ocak 2012 Cuma

Canlı Yayın

Dün akşam Kadıköy Halk Eğitim Merkezinde çok sevgili arkadaşım Yeliz Şar’ın oynadığı Canlı Yayın adlı oyun vardı. Yönetmenliğini Bora Severcan’ın yaptığı, Ayşen Gruda, Volkan Severcan, Melda Gür, Sefa Zengin ve Yeliz Şar’ın oynadığı oyun, hem çok keyifli, hem çok akıcı hem de çok düşündürücüydü. Volkan Severcan, performansıyla yıldızlaştı ve rolüyle de, çok uzun zamandır beni de rahatsız eden medyanın rayting kaygısı üzerine anlamlı mesajlar verdi. 

Medyanın mı toplumu, üretmeden tüketmeye, suça, şiddete, magazine, sığ ve bilinçsiz olmaya ittiğini yoksa toplumun zaten sığ, bilinçsiz, üretmeden tüketmeye hevesli, suça ve şiddete meyilli olması sebebiyle mi medyanın bu konuları işlediğini anlatmaya çalışan oyun; zaman zaman bana tüm zamanların en meşhur paradoksu olan tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurtamı tavuktan ikilemini hatırlattı. Bu paradoksta her iki önerme de doğru olduğu için, bence medya da toplum da birbirinden besleniyor diyebiliriz. Toplum bunu istediği için medya üretiyor ve medya ürettiği için de toplum izliyor; çünkü toplumun, zor hayat şartları sebebiyle deşarja, dertlerini unutmaya ya da elde edemediği hayatları izleyerek role playing yapmaya, medyanın ise raytinge ve onunla beraber gelen paraya ihtiyacı var.
Bu durum özellikle özel televizyon kanalları çıktıktan sonra ivmelenerek arttı. Devlet kanalları toplumu daha bilinçli ve daha eğitimli yapmak adına bir süre uğraştıysalar da, onlar da rayting denen canavarın dişlerinin arasında öğütüldüler ve gittiler. Yine de zaman zaman özel kanalların bıraktığı boşluğu ellerinden geldiğince doldurmaya çalışıyorlar, en azından prime time olmayan zaman dilimlerinde.

Hiç kimseye faydası olmamış, bugüne kadar kimseyi sürekli meşhur edememiş, sadece yapımcısını ve jürisini zengin etmiş, 75 milyondan çıka çıka yetenekli bu mu çıktı dedirten yetenek yarışmaları, yabancı dizilerden diyaloglarına kadar birebir taklit edilmiş kalitesiz ve 3 saat gibi dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir yayın süresi olan yerli diziler, devamlı işlenen töre cinayetleri, tecavüzler, yasak aşklar; maalesef toplumu, daha çok bönleştirip, düşünmeyen, irdelemeyen ve boşveren bir sürü haline getirirken, bir yandan da raytingleri patlatıyor ve ticari kaygı içerisindeki özel televizyon kanalları, absürd harcamalarını finanse etmek için bu kötü gidişatı körüklüyorlar.  
Yazılı basın ise daha da kötü, haber dediğimiz şey sadece kötü haberden ibaret artık. Gazetelerin sayfalarından, tek tek iyi ve kötü haberleri saydığınızda inanılmaz bir kötü haber fazlalığı karşımıza çıkıyor. Peki, hiç iyi şeyler olmuyor mu? Tabi ki oluyor ama iyi haberlere gösterdiğimiz ilgi kötülere gösterdiğimizin çok altında. İyi haberler küçücük minicik puntolarla kenara kıyıya sıkışırken magazin ya da ölüm haberleri koca koca puntolarla ve büyük resimlerle manşet oluyor.
Bugün elinize Avrupa’dan ya da ABD’den bir gazete aldığınız zaman ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız, ama bir avuç insanın bir şeyleri anlaması bir değişime sebep olur mu onu bilemem. Siz yine de yukarda iki satırda yapmaya çalıştığım eleştiriyi, sevgili arkadaşım Yeliz Şar, Melda Gür, Sefa Zengin, Ayşen Gruda ve Volkan Severcan’ın muhteşem oyunlarıyla çok daha doyurucu ve eğlenceli bir şekilde seyretmek için Canlı Yayın adlı oyuna gidin. Sonuçta çok da kötümser olmayalım, arada gerçekten çok güzel şeyler de çıkarmıyor değiliz, örneğin Muhteşem Yüzyıl gibi.


Tolga AYKUT

9 Ocak 2012 Pazartesi

Çoktan seçmeli hayatlar.

Geçenlerde uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımdan biriyle buluştum. Laf lafı açtı, konu tabi ki döndü dolaştı ve ilişkilere geldi. Arkadaşım; “Valla ciddi biri yok, bir sürü aday çıkıyor karşıma, 1-2 buluşuyoruz, görüşüyoruz, hatta belki çıkıyoruz, ama en ufak bir kaprisinde, ya da yanlışında hemen soğuyorum, uzaklaşıyorum, ne yapayım, dışarda daha bin tane insan var, onunla mı uğraşacağım.” dedi. Bu söz beni çok düşündürdü ve aslında çok uzun zamandır kadın – erkek arasında neden eskisi kadar güvene dayalı, uzun süren ve her iki tarafı da mutlu eden ilişkiler yaşanmadığını da çok güzel ifade etmiş oldu.

Aksiyon filmlerinde çok sık rastladığımız bir söz vardır; filmin süper zeka bilim adamı bir icat geliştirmiştir ve bu icadın peşine düşen bir çok kötü adam vardır. Filmin esas karakterlerinden biri de icadın kötü kişilerin eline geçmemesi için mücadele verirken bir yandan yanında kendisine yardımcı olan kişi ya da kişilere şu cümleyi kurar; “Bu icat, yanlış ellerde korkunç bir silaha dönüşebilir. Bunun kötü adamların eline geçmesine izin vermemeliyiz”. Birçok aksiyon filminde rahatlıkla rastlayacağımız bu klişe söz, günümüzün en büyük icatlarından biri olan internet için de çok rahat kullanılabilir. Evet, internet hayatımıza inanılmaz kolaylıklar getiren ve bize dünyanın herhangi bir yerindeki bilgiyi ulaştıran çağımızın en büyük icatlarından biri, ama biz onu ne için kullanıyoruz?
Günümüzde internet, maalesef bilgi edinmekten çok, müzik ya da film indirmek veya sosyalleşmek için kullanılıyor. Bu da ne yazık ki, beraberinde bazı kötü sonuçlar getiriyor. Ben şimdi burada oturup internetin nasıl bize yararından çok zararının dokunduğundan bahsetmeyeceğim, o belki başka bir yazının konusu olabilir, ben sadece sosyal hayatımıza yapmış olduğu etkilerden kısaca bahsedeceğim. İnternet ve beraberinde gelen sosyal ağ siteleri, bugüne kadar dünya üzerinde yaşamış insanların hiçbir tanesine nasip olmamış bir şekilde günümüz insanlarını birbirine bağladı. 21. Yüzyıla kadar insanlar çok daha küçük topluluklarda yaşayıp, çok daha az sayıda üyesi olan sosyal çevrelerde bulunurken, internetin icadı ve sosyal ağların internet kullanıcıları tarafından kullanılmaya başlanmasıyla, insanların sosyal çevreleri inanılmaz boyutlara ulaştı. Bırakın kendi semtimizden ya da şehrimizden biriyle tanışmayı, başka bir şehirden ya da ülkeden bile arkadaş edinebiliyoruz artık. Günümüzde antisosyal kelimesi, herhangi bir birey için kullanılacak bir sıfat olmaktan çıktı, çünkü en antisosyal denebilecek bir kişinin bile facebook,  twitter veya benzeri sosyal ağ sitelerinde onlarca hatta yüzlerce arkadaşı var.

Bu kadar çok kişiye ulaşmak neden kötü diyebilirsiniz? Aslında tabi ki kötü değil, ama dedik ya bu icat, yanlış insanların elinde korkunç bir silaha dönüşebilir ve işin gerçeği bu yanlış insanlar, hepimiziz ve bu silahla direk kendimizi vuruyoruz. Bizler bu sayede, hiç farkında olmadan hayatlarımıza sonsuz olasılıklar getirdik. Bu sonsuz olasılıklar sayesinde de, tahammüllerimiz azaldı, suistimal ettik, suistimal edildik, üzdük, üzüldük, yıprattık ve yıprandık. Tıpkı, yazıya başlarken bahsettiğim arkadaşım gibi olduk. “Dışarda bin tane insan var kardeşim neden bunu çekeyim ki?” neredeyse hepimizin mottosu oldu. Eskiden çok daha zor kurulan arkadaşlıklar şimdi tek bir tıklamayla ve "friend request send" ibaresi ile kurulabiliyor. Ekranın diğer tarafında oturan hiç tanımadığımız, hiç görmediğimiz kişiyle arkadaş olabiliyor, ona içimizi dökebiliyor veya ona aşık olabiliyoruz. İnternetten tanışıp evlenen insanların ya da internetten evlilik vaadiyle dolandırılan insanların çağındayız.
Her gün birçok insan ile tanışabilmek, biri olmazsa diğeri diyebilmek, karşında sonsuz seçeneklerin duruyor olması, umutlarımızın da hep taze kalmasına sebep oluyor. Neticesinde, bu da o kişi değilmiş o zaman bir sonraki "add as friend" de ya da "confirm friend" de bulacağım belki de doğru insanı diyoruz ve belki de karşımıza çıkan doğru insana gereken şansı vermeden onu tozlu sayfalara terkediyoruz. Fedakarlık yapılmadan ya da emek verilmeden hangi ilişki devam edebilmiş ki? Bir tıklamayla başlayan arkadaşlıklar, doğal olarak bir tıklamayla da bitiyor.

Peki, arkadaşımın söylediği, “en ufak bir yanlışında bitiriyorum”, dediği acaba kendisine hiç olmamış mıdır ? Sonsuz seçenekler sadece bizim için mi vardır? Karşımızdaki kişi de aynı sonsuz seçeneklere sahip değil midir? Onun facebook profilinde “add as friend” ya da “confirm friend” bölümleri çalışmıyor mudur? Tabi ki çalışıyor ve çok sıklıkla başkasına yaptığımız muamele aslında defalarca bize de yapılıyor. Peki, bunun sonu nereye varacak? Hiç kimseye güvenmeyen, sürekli diken üstünde veya umursamazca yaşanan ve en ufak bir hatada ipi çekilen ilişkiler, işleri nereye vardıracak?  Bir şekilde çoktan seçmeli ilişkilerden kurtulabilmiş ve işi evlilik mertebesine ulaştırabilmiş çiftlerin bile birçoğu, iş hayatında kadınların da söz sahibi olmaları ve ekonomik özgürlüklerini ellerine almalarıyla zaten boşanıyorken, hiç evlenemeyenler ya da boşananlar ne yapacaklar? Doğru insanı bulmak için birileri için de doğru insan olabilmeyi ne zaman öğreneceğiz?
Bir gerçek var ki kimse yoğurdum ekşi demez, hatta herkes aklını pazara çıkarmış, gitmiş yine kendi aklını almış diye atasözümüz bile var. Aziz Nesin, bu ülkenin % 70 i gerizekalıdır derken “aa ama adam doğru söylüyor” diyenlerin hiçbiri kendisini o % 70 in içinde görmez. Yani biz hep haklıyızdır, hata da hep karşı taraftadır. Peki, herkesin aynı anda haklı olması mümkün müdür? Pek tabi ki değildir. O zaman biz kendi hatalarımıza bakmayıp karşı tarafı direk silerken ve kendimizin hep doğru insan olduğumuza inanırken kendimize karşı ne kadar samimiyiz? Ya da madem o kadar doğru insanız o zaman yaşanan bu durum nedir?
İşin gerçeği, herkesin hatırlayacağı, “Yok aslında birbirimizden bir farkımız ama biz Osmanlı Bankasıyız” reklamından farklı değildir. Hiç kimsenin kimseden fazla da bir farkı yoktur. Günümüz insanının ilişkilerini iyi yönetememesinin sebebi, karşısındakinin ona uymamasından değil, onun hep daha iyisini arıyor olmasındandır. Hep daha iyisi vardır, ruh ikizim gelecektir derken, kendisi gibi düşünen ve kendisi gibi davranan karşısındaki adayın içini iyi göremez. Umursamazca hayata geçirilen her vazgeçiş, etrafımıza ördüğümüz duvarları kalınlaştırır. Halbuki, biz o duvarlarla kendimizi dışardan koruduğumuzu zannederken aslında kendimizi de içeri hapsediyoruzdur. Her kalınlaşan duvar dışarıyı iyi görmemizi biraz daha engelliyor ve biz doğru insanı bulsak bile tanıyamayacak hale geliyoruz. Hatta durum öyle bir hal aldı ki, hasbelkader ilişkileri olanlar, bir süre sonra elektriklerini kaybediyorlar, ilişkiyi daha başlatamayanlarsa da kaçıp kovalamacaya dönüşen anlamsızlığı aşk zannediyorlar. İlişkiler bu hale gelince de, insan hayatındaki vites atma yaşları da ileriye doğru kaydı. Eskiden otuz yaşını aşmış ve hiç evlenmemiş insanlar parmakla gösterilirken, şimdi nerdeyse evlenebilenler ya da daha doğrusu evliliğini mutlu sürdürebilenler parmakla gösteriliyorlar. Kırk yaşına merdiven dayamış birçok insan, aile kurma gibi bir hayale artık sahip değil. Bizler şu an yaşlanmış ebeveynlerimizin yanındayız ve hayatlarının son dönemlerinde onlara destek oluyoruz, peki bu kafayla gidersek hayatımızın son döneminde bize kim destek olacak?

Sonsuz olasılıklara sahip olmak, benliğinde ego taşıyan ve bu sebeple de doyumsuz olan insanoğlu için maalesef çok büyük bir talihsizlik. Tüketim çağında olmamız ve medya tarafından sürekli tüketimin pompalanıyor olması sebebiyle, sadece mal ve hizmetleri tüketmiyor, etrafımızdaki insanları da tüketiyoruz. Sürekli bir arkadaş ve ilişki erezyonuna uğruyoruz. Bunun ne kadar çabuk farkına varır ve kendimizi bundan kurtarırsak, icadı o kadar doğru şeyler için kullanmış oluruz. Ne de olsa dedikleri gibi, hayat kırkından sonra değil, farkından sonra başlar ve önemli olan özlü sözleri beğenip paylaşmak değil, onları hayata geçirmektir.

Tolga AYKUT