1 Ekim 2013 Salı

FATİH

MedYapım'ın sahibi Fatih Aksoy, Fetih 1453 filminde yakaladığı başarıyı, Muhteşem Yüzyıl'ın elde ettiği ticari ve sanatsal başarıdan da etkilenerek, bu sefer Fatih Sultan Mehmet'in fetih sonrası hayatını konu alan bir dizi yaparak devam ettirmek istedi ve FATİH dizisi ilk defa dün gece evlerimize konuk oldu. Tarihe olan merakım, konu ile ilgili çalışmalarım ( bkz. Fetih 1453 adlı blog yazım) , dönem ile ilgili okuduğum sayısız kitaptan yola çıkarak bazı tespitler yapmak istedim.


Ayasofya'nın Bizans İmparatorluğu zamanındaki hali.
1- Ayasofya'yı 4 minareli göstermişler, büyük bir tarihi hata olmuş. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra, sadece ahşap bir minare yaptırmıştır, o da günümüze gelememiştir. Oysa dizide bugünkü minareler gözükmektedir. Minarelerden ikisinin II Bayezid döneminde, diğer ikisinin ise Mimar Sinan tarafından yapıldığı düşünülmektedir. 


Bu resimdeki gibi tek minareli bir hali gösterilmeliydi.
2- Dizi, Muhteşem Yüzyıl'ın taklidi gibi olmuş. Muhteşem Yüzyıl'ın ilk bölümünde Sultan Süleyman'ın adaletinin herkes için eşit olduğunu, en üst düzeydeki bir görevliyi, bir Kaptan-ı Derya'yı bile gerektiğinde cezalandırabileceğini anlatmak için halka kötü kötü davranan malını parasını gasp eden divan üyesi Kaptan-ı Derya Cafer ağa (İlker Aksum) idam edilmişti, FATİH dizisinde de aşağı yukarı aynı sebeplerle bu sefer Fatih Sultan Mehmet'in adaletini göstermek için vezir Rum Mehmet Paşa idam edildi. Benzerlikler tabi ki bununla kalmadı, akşamcıların takıldığı meyhane bile Muhteşem Yüzyıl'da ki meyhanenin birebir aynısı neredeyse. Padişahı zehirleme ya da başka suikast teknikleri ile öldürme teşebbüsleri de aynı şekilde ve neredeyse aynı sırada işlenmiş. Şehzade anaları arasındaki çekişme de sanki Muhteşem Yüzyıl'dan copy paste yapılmış gibi. Bir an Gülbahar Sultan mı konuşuyor yoksa Mahidevran Sultan mı anlamadım. Çok da eleştirel bakmamak lazım, önünde Muhteşem Yüzyıl gibi bir başarı hikayesi olunca insan ister istemez kıyaslıyor ve benzerlikler hemen dikkat çekiyor ama dizi, Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam adlı dizinin akıbetine uğramak istemiyorsa bayrağı çok daha yukarı taşımalı. Politik bir desteği var mı ya da ilerde ki bölümlerde tarihte geri gitmeler, geçmişi anlatmalar gibi modifikasyonlar ile çıta yükseltilecek mi bilemem ama şimdilik dizi, zehirleme, suikast teşebbüsleri ve şehzade analarının çekişmeleri ile geçecek gibi duruyor.


Çiçek Hatun - Cersei benzerliği
3- Dizi, özellikle "haremi değil Fatih'in siyasi hayatını anlatacağız" ilkesi ile başladı ama şimdilik 1470-1481 yılları arasını anlatacak gibi duruyor. Oysa o tarihler arasında bir diziye konu olup rating almayı başaracak kadar kayda değer hiç bir şey yok. 1453 yılından, fethin hemen sonrasından başlasaydı, en azından Konstantinople'un, İstanbul'a nasıl dönüştüğünü ve şehzadelerin büyümesini izlerdik. 1470-1481 arasında anlatılmaya değer sadece şehzade Mustafa'nın ölümü, Otlukbeli savaşı, Boğdan seferi, Bellini'nin Fatih'in resmini yapması ve Otranto kalesinin alınması var. Bu kadar az olayla işi ne kadar uzatabilirler bilemedim. Ha dizi 1 sezon oynayacaksa o başka tabi. 

4- Başlangıç müziği sanki Game Of Thrones'un başlangıç müziği. O kadar benzeyemez. Gamze Özçelik'de Cersei'ye benzeyince bir an ne seyrediyorum şaşırdım. Halbuki yap Gamze'nin saçlarını topuz, olsun bitsin bu iş, benzerlik falan kalmasın. Çok mu zor yani? Tabi ki değil, ama jenerik müziği de bu kadar benzeyince o zaman demek ki bu işler bilinçli yapılıyor diye düşündüm. Benzesin de üzerine konuşulsun, reklamı olsun deniyor belki de, ama eğer öyleyse bu bana göre çok yanlış. Başarıyla reklam olmalı, bu tür şeylerle değil.


Gemilerin karadan Haliç'e indirilişi
5- Diyalogları da hiç beğenmedim, adeta kalıplaşmış cümleler geçidi olmuş. Aceleye getirilmiş, hiç önemsenmemiş, harala gürele yazılmış gibi sanki. "Ülkeler kılıçla fethedilir ama kanunla yönetilir" den başka bir söz kalmadı aklımda, o da çok vurucu olduğundan değil, dün twitterda herkes onu yazdığından aklıma girdi herhalde. 

6- Fetih 1453 filmi senaryosuz bir filmdi. Kendi blog yazımda da hep onu eleştirmiştim. Fatih döneminde olduğu bilinen olayların arka arkaya getirilmesi ile film oluşturulmuştu. Senaryosuz olduğu için de oradan oraya atlayarak gidiyordu, kopuk kopuktu. Animasyonları ve dövüş kareografileri çok başarılı olduğundan ve filmin büyük kısmı savaşı anlattığından, bilinen hikayeleri ( Hz. Muhammed'in fethi müjdelemesi, Eyüp Sultan'ın mezarının bulunması, Fatih'in Yeşilköy'de atını denize sürmesi, gemilerin karadan denize indirilmeleri vb) art arda ekleyerek işi kotarmaya çalışmışlardı ama FATİH dizisi için bunlar yeterli olmaz. Hem anlatılmak istenen dönem öyle bir dönem değil, hem de bu bir dizi film değil.


7- İyi şeyler yok mu? Tabi ki var. Mehmet Akif Alakurt, tip olarak role çok yakışmış. 20 senedir tahtta olan bir sultana göre biraz fazla abartılı, sanki yeni padişah olmuş gibi oynuyor ama önemli değil, zamanla adapte olacaktır. Kostümler, dekorlar çok güzel. Özellikle kılıç ile dövüş kareografisi, Mutheşem Yüzyıl'daki dövüş kareografilerine beş basar. Muhteşem Yüzyıl'da malesef o işi bir türlü layığı ile beceremediler. Fatih Aksoy belki de en iyi yaptığı işi yapacak ve bize Muhteşem Yüzyıl'da yeteri kadar izleyemediğimiz kısımları gösterecek, yani bol animasyonlu ve dövüşlü bir dizi izlettirecek. 

5 Mart 2013 Salı

Verem günlerinde AŞK. Kelebeğin Rüyası

Zaman, aşkların insanın hayatına bir kez uğradığı, şimdilerdeki gibi hızla tüketilerek değil, kavuşulamadan, doya doya sarılınamadan yaşandığı yıllardır. 1941 Türkiye'sinde, hem ülke tazecik Cumhuriyet olduğundan hem de Avrupa'daki savaşın tüm şiddeti iliklerde hissedildiğinden, mahrumiyetin hakim olduğu, insanların açlıktan sıska, pantolonların iki beden büyük ama dostlukların dev ve insanların mutlu olduğu zamanlardır. Kadınların, sevenlerinin şiirlerinden etkilendiği, mektuplar yazıp beklediği ve yüreğinin yettiğince uğruna herkese göğüs gerdiği yıllardır.

İşte bu yıllarda yaşanır hikayemiz. Zonguldaklı iki şair; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip, Behçet Necatigil’in hocalığında açlığa, işsizliğe, aile baskısına hatta ölüme meydan okuyarak hayallerinin ve onları mutlu eden tutkularının peşinden giderler ve şiirler yazarlar. Dönemin en önemli edebiyat dergilerinden Varlık dergisine çıkabilmek ve memleketin önemli şairleri arasına isimlerini sokabilmek için kıyasıya ama bir o kadar da dürüst ve samimi bir rekabet içinde uyanırlar her sabaha.  Bu iki can arkadaşın hayatı, tüm ahalisinin kömür madenlerinde çalışma mükellefi olduğu Zonguldak'a, gözlerinin içi gülen, cesur, maceracı ve meraklı Suzan’ın gelişiyle değişir. Bu liseli yârin kime yar olacağı hakkında iddialara girilir, olmayan değerli eşyalar ortaya sürülür. Şehirli, zengin kız, kimin şiirini beğenirse onu da beğenmiş olacaktır ama Rüştü bir adım daha realisttir, "fazla kaptırma kendini" der Muzaffer'e.

Tatlı rekabet Rüştü’nün çağın amansız hastalığı veremin pençesine düşmesi ile sekteye uğrar. En büyük destekçileri, akıl ve fikir hocaları Behçet Necatigil’in araya hatırlı kişileri sokması vesilesinde; Rüştü, Heybeliada sanatoryumunun yolunu tutar. Ayrı ayrı yazdıkları şiiri, Suzan’ın beğenisine sunamadan başrol Muzaffer’e kalmıştır. Bir öğleden sonra gizlice birbirlerine doymaya çalıştıkları gözlerden uzak bir kayalıkta, Karadeniz’in hoyrat dalgalarını seyrederlerken, Muzaffer Suzan’a neden hiç gülmediğini sorar. Sevdiği hem yanı başında hem de bir o kadar da uzakta olduğu için içinde fırtınalar kopan küçük hanımın yanıtı çok basittir, “gülmek için bir sebep yok” der, genç kız. Muzaffer ise görür görmez aşık olduğu cananının arkasından mırıldanır, “Sen…Çok güzelsin….Sebepsiz de gülebilirsin.”

Verem, Muzaffer’i de etkilemeye başladığında Behçet Necatigil, onu da Heybeliada sanatoryumuna götürmeye karar verir. At arabası sırtında Zonguldak sahiline indikten sonra, Anafarta adlı gemiyle İstanbul'a doğru yola çıkarlar. O sırada radyolarda Japonların, Pearl Harbor’a saldırdığı haberi duyurulur. Behçet Necatigil, Muzaffer’in yanına gelir ve Avrupa savaşı artık bir dünya savaşı der. Muzaffer’in boşluğa kilitlenen gözlerini görünce de iç geçirir, “ Takma kafana Muzaffer, senin savaşın sana yeter.”

İki kafadar; mahrumiyet sebebiyle kağıt, daktilo hatta yazacak mekan bile bulamadıkları, daktilo ödünç aldıkları, öğrencilerin sınav kağıtlarından sayfa yaptıkları Zonguldak'tan kilometrelerce uzakta, sanatoryumda hem birbirlerine hem de tutkuları olan şiire vücut buldurma imkanına kavuşurlar. Rüştü, kendisi gibi hasta olan Mediha’ya gönlünü kaptırmıştır. Muzaffer ise zaten kendisini tüm çıplaklığıyla görmüş olan Suzan’dan başka biri için yaşamamaktadır. Her şeyden çok şiire aşık iki şair her ne kadar "aşk şiirin bahanesidir" diye dalga geçseler de, yaşadıkları aşk sanatoryumun onlara dar gelmesine sebep olur. Rüştü ve Muzaffer, Mediha’nın taburcu edilmesi ile hastaneden kaçarlar.

İki veremli aşık Mediha ile Rüştü'nün, birbirlerine dokunamadan ve sarılamadan aşklarını yaşamaları, evlenmelerine mani olmaz. Muzaffer ise bir akşam üstü, Kandilli kız lisesi bahçesinde Suzan’ı bekler. Suzan'ın Muzaffer'i gördüğünde sevinçten parlayan gözleri; insanın aşık olduğu, sevdiği, özlediği ama göremediği ve haber alamadığı birini bir anda sürpriz bir şekilde karşısında görmesinin ne kadar güzel bir şey olduğunu bir kez daha anlatır bize. Muzaffer, Suzan’ına kavuştuğu için mutlu ama hastaneden erken çıktığından hastalığı azdığı için umutsuzdur. Mediha ile Rüştü’nün Muzaffer ile Suzan’ın aşkı çok şey yaşanabilecekken, biraz kaderden biraz da fazla aşk yüzünden yaşanamamasının tarifsiz acısını bir kez daha gösterir tüm sevenlerine. Belki de bu yaşananlar yazdırır aşağıdaki dizeleri Behçet Necatigil’e.

Sevgileri yarınlara bıraktınız.
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı
Bitmeyen işler yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz.
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği
Aklınıza gelmezdi
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

---------------------

Kıvanç Tatlıtuğ, Makinist filmindeki Christian Balle edasıyla oldukça kilo vererek hem fiziken, hem de duygusal, içe kapanık ama çocuksu bir espri yeteneğine sahip Muzaffer'i çok iyi etüd ederek ruhen hazır olmuş role. Eğer Türkiye'nin bir Oscar'ı olsaydı, Kıvanç Tatlıtuğ en iyi erkek oyuncu, Mert Fırat ise Rüştü Onur rolünde en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'larını rahatlıkla alırlardı. 


Oyunculukları bir kenara bırakırsak, gerçek hayatta hakkında konuşulan politik ve etnik rolünden bağımsız olarak sadece sinemacı gözüyle yorumlarsak, Behçet Necatigil'e can vermiş olan Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası filmiyle müthiş bir iş başarmış. Uzun bir film gibi görünmesine rağmen su gibi aktı, kostümleri, çekimleri, müzikleri, mekanları, oyuncuları ve oyunculukları ile bizi 70 yıl geriye götürdü ve mahrumiyet yıllarının Türkiye'sinde vatandaşların ülkeleri için neler yaptıklarını, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde nasıl bir modernlik seviyesinde olduğumuzu, kısaca o zamanki tadı, dokuyu en derinlerimizde hissetmemizi sağladı. 

Olağanüstü bir sinemacılık başarısı gösterdiği için kendisini tebrik ediyorum. Müthiş bir emek sarfedilmiş olan Kelebeğin Rüyası, öncelikle daha nice böyle filmler yapılabilmesi, sonrasında da aşk nasıl yaşanırmış öğrenilebilmesi için muhakkak görülmesi gereken bir film.


Tolga AYKUT

26 Şubat 2013 Salı

Ev aldık ama komşu almadık, alamadık.


Spordan, politikadan, sinemadan, sanattan, aşktan, meşkten ve ilişkilerden konuşup da paradan, puldan, evden barktan konuşmamak olmaz, bu sefer biraz da finans konuşalım istedim. Uzun yazmış diye ürkmeyin, bir anda yazının sonuna geleceksiniz bana inanın. Bakalım diğer konular kadar ilgi çekici olacak mı?

2008 Senesinde ABD’de başlayan mortgage krizi, finans piyasalarını alt üst etmiş, neticesinde özel sektöre bulaşmış, oradan Avrupa’ya sıçramış ve devamında da bütün dünya borsalarının düşmesine, şirketlerin batmasına, milyonlarca kişinin işini ve evini kaybetmesine sebep olmuştu. 

Bilmeyenler,  unutanlar ya da finans piyasalarının karmaşıklığı sebebiyle anlayamayanlar için ilkokul düzeyinde krizi şöyle anlatabiliriz. Amerikan aileleri mortgage adı verilen banka kredileri ile evler aldılar. Bu alımlar sebebiyle oluşan talep yüzünden de ev fiyatları arttı. Fiyatların artması ise kredi kullananların ek krediler almasını sağladı. Sayısal örnekle açıklarsak 200.000 dolar değerinde ev alan bir aile, Amerika’da % 90 oranında kredi kullanılabildiği için 180.000 dolarlık banka kredisi kullandı. Talep yüzünden evlerinin değeri bir zaman sonra 300.000 dolara çıktığında, kredi mevzuatı % 90 kredi kullanımını desteklediği için bu sefer 270.000 dolarlık kredi kullanabilir hale geldiler. 90.000 dolarlık ek krediyi kullanarak evlerini dekore ettiler ya da parayı güzelce çıtır çıtır yediler. Bankalar ise bu faizi karlı mortgage işini, bonoya çevirip alınır satılır bir enstrüman haline getirdiler ve diğer bankalara sattılar. İşler öyle bir hal aldı ki, değerinin çok üstüne çıkan bir ev için, satıldığında hiçbir şekilde kapanamayacak büyüklükte krediler kullanılmış oldu ve bu kredi riskini de faizi karlı mortgage bonolarını alan bütün bankalar yüklenmiş oldu.

Saadet zinciri bir gün koptu ve ev fiyatları düşmeye başladı. Bankalar düşen fiyatlar yüzünden kredileri geri çağırdılar ama aileler ödeyemediler. Bu sefer bankalar, evlere el koymaya ve evleri satarak paralarını kurtarmaya çalıştılar ama bankalar tarafından satılan her ev, gayrı menkul piyasasını daha da aşağıya çekmeye başladı. Ev fiyatları düştükçe bankalar ve aileler batmaya başladılar. Mortgage’in çok yoğun olmadığı Avrupa’da bankalar yabancı rakiplerinin elde ettikleri karlardan geri kalmamak için, ABD mortgage bonolarını almışlardı, dolayısıyla krizden onlar da etkilendiler. Avrupa’da da bankalar batmaya ve insanlar işlerini kaybetmeye başladılar. Bankaların batması, şirketleri de batırıyordu. Tüm dünyanın üretiminin en büyük alıcısı olan Avrupa ve ABD’de kriz olması, üretici olan Uzakdoğu’yu da vurmaya başladı. Kriz bir virüs gibi ABD’den, Avrupa’ya oradan da tüm dünyaya yayılmıştı.

Biz Türkiye olarak bankacılık alanındaki krizimizi 2001 senesinde yaşadığımız ve mortgage denilen olay Türkiye’de çok yeni olduğu için, reel sektör yani ticaret yapan şirketler hariç krizden çok etkilenmedik. Evet, yabancı yatırımcıların satışları yüzünden borsamız çöktü, ama çok kısa zamanda tekrar toparladı. Bankalarımız batmadı, devlet ekonomik olarak güç kaybetmedi. 

Finansal sistemin mucidi olan ABD, krizden çıkmanın yolunu kısa zamanda buldu. ABD dolarının tüm dünyada geçerli olmasını fırsat bilerek, para bastılar ve bankalarındaki batık mortgage bonolarını satın aldılar. Batan bankalar ve şirketler ya devlet desteği gördüler, ya da daha güçlüler tarafından satın alındılar. Aynı taktiği Avrupa’da denedi ama farklı ekonomilere sahip olmasına rağmen tek para birimi kullanıyor olmak Avrupa’ya yaramadı. Birlik içindeki ekonomisi bozulan ülkeler, kıtayı zor durumda bıraktılar.

Tüm bu yaşananlar ve basılan paralar sonunda aslında pislik halının altına süpürülmüş oldu. Karşılıksız para basılması sebebiyle yaşanan para bolluğu, aslında çok sıkıntı yaşamamış şirketlerin hisseleri ucuzladığı için sermaye piyasalarına aktı ve borsalar ralli yaptılar, tüketim arttı, ticarete can geldi. Tüm dünya 2009’u yara sarmakla, 2010-2011-2012' yi ise kayıpları telafi edip, üste para kazanmakla geçirdi.

Türkiye’de ise uygulanan politikalar sonucu refah artmış gibi göründü. Aslında biraz da arttı ama göründüğünden çok daha az olduğundan emin olabilirsiniz. Bugüne kadar devletten aldığı faiz ile para kazanan rantiye kesim, düşen faizler sebebiyle eski tatlı karı elde edemeyince başka mecralara soyundu. Borsa, yerli yatırımcıyı yıllar içinde defalarca sopaladığından, ve zarar etme kağıt üstünde hemen belli olduğu için, faiz sebebiyle her ay alacağı parayı bilen kesim, başka bir aylık gelir getiren gayrı menkul sektörüne girdi. Bankalarda faiz almak için bekleyen milyarlarca TL, deprem riski yüzünden haklı bir sebebi de olan inşaat sektörüne akmaya ve projelerini finanse etmeye başladı. Neticede 2-3 sene gibi kısa bir zamanda milyon dolar altında satılan evler gecekondu muamelesi görmeye başladı. Bir evin maliyetini belirleyen unsurlar inşaat maliyeti ve arsa maliyeti olduğundan, talep artması sebebiyle inşaat malzemeleri ve arsa fiyatları da artmaya başladı. İnşaat şirketleri her yeni projeye daha fazla çimento, demir vs parası ödeyerek ve daha fazla arsa parası ödeyerek başlamak zorunda kaldılar. TOKİ ise bir anda Türkiye’nin en büyük arsa spekülatörü oldu ve kat karşılığı inşaat şirketleri ile ortak olmaya başladı.

Gayrı menkul sektörüne ilginin artması, adını bugüne kadar hiç duymadığımız inşaat şirketlerinin türemesine, dev dev projelerin hayata geçmesine ve eli azcık para tutan biraz da cesareti olan herkesin müteahhit olmasına olanak tanıdı. İstanbul’un her yerinde villa ve residencelar pıtırcık gibi çoğaldılar. Satılan dairelerin lansman fiyatı ile bitmiş fiyatı arasında 5 kata kadar ulaşan artışlar gözlenmeye başladı. Bugüne kadar da, 1-2 kötü tecrübe hariç, pek bir aksaklık çıkmadan gelindi ama bizdeki bu saadet zinciri ne zamana kadar devam edecek?


Gayrı menkul sektöründe uzun vadede evi kime sattığınızın çok önemi vardır. Evi satın alan kişinin sektöre etkisi; oturacaksa başkadır, kiralayacaksa başkadır, fiyatlar arttığında satmak için almışsa yani yatırımcıysa bambaşkadır. Konut işinde en çok arzu edilen, satın alan kişilerin bu konutlarda oturmalarıdır. Doğru amaç da bu değil midir zaten? Herkesi ev sahibi yapmak. Fakat konut açığı olduğu söylenen İstanbul’da bu açığın büyük bir kısmı artık doyurulmuş gibi görünüyor. Halk 4-5 senedir alacağı kadar evi aldı, alamayanlar ise zaten bu fiyatlardan alabilecek gibi durmuyorlar. Şimdi işler biraz daha riskli bir boyut almaya başladı. Artık konut projeleri eskisi kadar çabuk satılmıyor. Çok büyük beklentilerle başlayan yatırımların sonunda biten binalar hayalet kuleler gibi görünmeye başladılar. İnşaat şirketleri artık maketten projenin tamamını satamıyorlar. Lansman döneminde sattık denilen kısımlar, yatırımcı olarak girdiği her projeden 20-50 hatta 100 ev alan kişilerin aldığı daireler. O kişilerin de amacı, lansman bitince müteahhit firma fiyatları arttırmaya başladığında kar elde ederek tekrar satmak. Eskiden müteahhit firma tüm projeyi sattığından, alan yatırımcıların sonrasında ne yaptığıyla ilgilenmiyordu ama artık o yatırımcılar, müteahhit firma için birer rakip olmaya başladı. En son Kadıköy ilçesinde kentsel dönüşüm şemsiyesi altında başlayan yapılaşma, vadede çok daha fazla evin satışa çıkarılmasına neden olacak. Esas kentsel dönüşüm bölgeleri olan Fikirtepe ve Kartal’da yapılması planlanan konutların ve Avrupa yakasında yapılması planlanan büyük projelerin kimlere satılacağını hiç sormuyorum bile. Bazılarınız, yabancıya konut satışına izin verildi, onlar gelir alır diyebilir ama İstanbul’da ev almayı düşünecek yabancıların, birkaç butik proje haricinde başka konutlarla ilgileneceklerini hiç sanmıyorum.  Zaten kanun çıktığından beri de öyle projelerin kökünü kurutacak bir alım da görülmüş değil. Biz yabancılara plaza katı satalım derken, ilerde yalılarımızı, zengin araplara kaptırmayalım da.


Tekrar yerelden globale, mikrodan makroya geçmek gerekirse, basılan paralar neticesinde artan borsalar da zirvelere gelindi, ve oralardan dönüşler bile başladı. Ekonomiler hala kırılgan ve uzun bir süre daha da tam olarak virüsü atlatmış değil. Mikrop bir süre vücutta uyudu ve uyanması da an meselesi.  Türkiye’de ise inşaat şirketleri, bisikletin pedalını çevirmezlerse düşecekleri korkusuyla sürekli yeni projelere giriyorlar; fakat inşaatı bitmeye yaklaşmış ama satışı devam eden mevcut projelerde fiyatlar eskiden başlangıç fiyatının 3-4 katına çıkarken şimdi ise ciddi fiyat düşüşleri görülüyor. İnsanlar düşük faiz ortamı yüzünden kaçırdıkları karları gayrı menkule yatırım yaparak yerine koyabileceklerini düşündüler ama 2011 ve 2012 de konut alanların çok büyük çoğunluğu şu an o konutları aldıkları fiyata bile satamayacak durumdalar.

Şimdilik kırık sıcak, ağrısı pek anlaşılmıyor. Gayrı menkul fiyatları borsa ekranındaki şirket fiyatları gibi anlık görünmediğinden yatırımcılar zararlarını çok hesap edemiyorlar ya da ümitleri hala yüksek ama benim yıllar içerisinde borsadan öğrendiğim bir şey var. Global çapta hareket eden büyük sermayeler, borsalar, döviz, gayrı menkul ve emtialar gibi fiyatları düşüp çıkan enstrümanlardan para kazanır. Ucuzken pozisyon alır, fiyatlar artınca da satarak karı cebine koyar ve tekrar pozisyon alabilmek için yine fiyatların düşmesini ister ve bunu da bir şekilde sağlar. Yani dünyada hiçbir şey sonsuza kadar düşmez ve hiç bir şey de sonsuza kadar çıkmaz.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Umut Işığım


Şahan Gökbakar’ın Celal ile Ceren adlı filminin galasında başrol oyuncusu Ezgi Mola, “herkesin bir Cereni olmalı” demiş. Celal ile Ceren filmini henüz seyredemedim, ve neye dayanarak öyle dedi hiç bir fikrim yok ama şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki bence herkesin bir Tiffany’si olmalı.

Umut Işığım, bu senenin Oscar adayları arasında ve ben vizyona gireli epey olmasına rağmen yeni seyretme fırsatı bulabildim. Bugüne kadar hep muzip, yakışıklı rollerini canlandıran Bradley Cooper’ a orijinal adı “Silver Linings Playbook” olan filmde, Robert De Niro, daha önce buradan size anlattığım Hunger Games filminden Jennifer Lawrence, Hollywood'un çenebazı Chris Tucker ve Jacki Weaver eşlik ediyor.

Bradley Cooper yani Pat, karısını kendi evinde, duşta hiç de yakışıklı olmayan ve bir o kadar da pişkin bir adamla basıyor, hem de fonda kendi düğün şarkıları çalarken. İşte o an bir fırtına kopuyor ve Pat gösterdiği şiddet yüzünden 8 ay rehabilitasyon kliniğine gönderiliyor ve eşine 150 metreden fazla yaklaşması da yasaklanıyor. Biz filmde bu 8 aylık rehabilitasyon bittikten sonrasını izlemeye başlıyoruz.

Güçlü olsun zayıf olsun, güzel olsun çirkin olsun, zengin olsun fakir olsun toplumdaki bireylerden laf ola dünyaya gelmiş olanların değil de gerçekten yaşıyor olanlarının bir şekilde aşk acısı çektiğini düşünüyorum. İşte bu film o insanların yaşadıkları dertlerin başka bir yüzünü bizlere aktarıyor. Pat, karısının aşığını dövdüğü için rehabilitasyona kapatılınca bütün bir tedavi boyunca karısını yeniden kazanmanın hayallerini kuruyor. Öyle ki karısının o 8 ay boyunca bir kere bile ziyarete gelmemesini, 1 kere bile mektup yazmamasını, hatta evlerinden bambaşka bir yere taşınmasını ve 150 metre uzaklaştırma emri çıkartmış olmasını bile hiç önemsemiyor, hatta aklına bile getirmiyor. Tek derdi, klinikten çıktığında karısı Nikki ile konuşmak, kendisinden özür dilemek ve kendini çok sıradan olduğuna inandırdığı, her evlilikte olabilecek bu basit kavgayı unutturup yeniden mutlu bir çift olmak. Pat’in bu ulvi yaklaşımı hepimizin içinden inşallah dememizi sağlıyor ama biz olaya dışarıdan daha realist gözle bakan izleyiciler olarak; Nikki’nin, Pat’den çoktan vazgeçtiğini çok net görebiliyoruz. Kaldı ki Pat’in annesi Jacki Weaver ve babası Robert De Niro’da oğullarını elden geldiğince malum olana alıştırmaya çalışıyorlar ama nafile. Pat karısını seviyor, ve karısının onu affedeceğine ve ona geri döneceğine inanıyor. Hatta ona göre hiç sıkıntı yok.

İşte filmde anlatılanlar içinde beni en çok düşündüren bu mesajdı. İnsan gerçekten sevdi mi, inanmak istiyor.  Kendisinden başka herkes gerçeği görse de, seven kişi, kendini kandırmada, hayali bir gerçeklik yaratmada o kadar becerikli oluyor ki, kimse kendisini yolundan edemiyor. Her gelişmeyi, olumsuz olsa bile olumluya yoruyor. Hatta günümüzde olumlama adıyla kendine yer bulan, iyi düşün iyi olsun, enerjinle kendine çek, pozitif ol gibi düşünceleri kendine mesnet alarak, kendisine kaçınılmaz sonu anlatanları bile tersliyor. Burada aslında beynin ne kadar güçlü ve çetrefilli bir organ olduğunu bir kez daha görüyoruz. Hani birine 100 kere deli dersen deli olduğunu düşünür derler ya aynen orada da olduğu gibi, kişi düşündükçe, hayalini kurdukça, daha çok inanmaya başlıyor ve inandıkça da gerçekliği değişmeye başlıyor. Bir süre sonra hayallerindeki düşünceler ona gerçek gelmeye başlıyor ve beyin insana sanal bir gerçeklik yaratıyor. İnsan düşünerek ve kendisini buna inandırarak olmayanı oldurduğunu düşünüyor. Bunun bir adım sonrası tabi ki delilik ya da şizofreni. Kendisini Napolyon ya da Don Kişot sanan insanların geçtiği yollar bu yollar aslında. Kitabı ya da biyografiyi okuduktan sonra o kadar etkisinde kalıyor ki, bir süre sonra bu etki hayal kurmasına ve sonra da bu hayale inanmasına sebep oluyor. Tabi ki her kendini kandıran insan sonunda delirmiyor, şizofrenlik ya da delirme çok öte bir durum ama kendini kandırma ve hayali gerçeklere inanıp bu minvalde davranışlarda bulunma bu merdivenin ilk basamakları sayılabilir. Daha güçlü ve tecrübeli olanlar bu, kendini dolduruşa getirme tuzağından kurtulmayı başarıyorlar ve geç de olsa kendileri için doğru kararı alıyorlar ama arada sevgi var ise muhakkak bir geç kalınma oluyor. Dediğim gibi, seven insan, inanmak istiyor.


Her neyse ki, artık Allah tarafından mı yoksa ailesi tarafından mı yollandığı belli olmayan Tiffany, olaya el koyuyor da benim herkesin bir Tiffany’si olmalı lafım bir anlam kazanıyor. Tiffany, aslında daha zor durumda; kocası, kendisini mutlu etmek için uğraşırken trafik kazası geçirip ölmüş bir polis. Tiffany bu travma ile bambaşka bir şekilde mücadele vermiş ama gelinen noktada gerçekliğe kavuşmuş ve ilerlemiş. Pat’in hayatına girerek onu kendi Wonderland'inden çıkarıyor ve biraz ali cengiz oyunlarıyla, biraz da uğruna mücadele edeceği başka bir amaç vererek Pat’in kendisini bulmasını sağlıyor.

Film, Pat’in durumundan kendimize pay çıkardığımız ölçüde, zaman zaman gözlerimizin dolduğu, boğazımızın düğümlendiği, zaman zaman ise kahkahalarla güldüğümüz başarılı bir yapım. Özellikle Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve Jacki Weaver çok çok başarılı bir oyunculuk sergilemişler. Bradley Cooper, bugüne kadar canlandırdığı alışılmış rollerinin dışına çıkarken psikolojik rollerin de altından kalkabileceğini hem kendisine hem de Hollywood’a ispat etmiş. Jennifer Lawrence, Hunger Games’deki ok atan küçük kız değil artık, büyümüş ve fıstık gibi bir hatun olmuş. Robert De Niro ise aynı, hep bildiğimiz bol mimikli De Niro. Chris Tucker ise 1000 kilo mu almış ne, o cırtlak sesi olmasa gerçekten tanıyamazdım.

Yukarıda da anlattığım gibi aşk acısı, sevdiğine sahip olamama ya da kaybettikten sonra geri kazanma çabaları her kesimden insanın hayatında bir ara tecrübe edilmiştir. İşte o anlarda, herkesin bir Tiffany’si olmalı sana Morpheus gibi “Welcome to the real world” demeli ve sana aslında neyin kıymetli olduğunu göstermeli.