23 Aralık 2011 Cuma

Bazen bir yıldız kayar,..... tek dileğiniz “huzur içinde yatsın” olur.

Ben küçücükken, annemler yılda birkaç kez avrupaya giderlerdi. O zamanlar ben daha ilkokula bile başlamadığımdan, annem yanlarında beni de götürmeyi pek tercih etmezdi. Hiç de haksız sayılmazdı aslında; hem ben gittiğimden çok bir şey anlamayacaktım, hem de onlara boşuna ayak bağı olacaktım. Onun yerine bana, biraz beni de kırmamak için, biz babanla 10 gün avrupaya gidiyoruz, istersen seni de götürürüz, ama yok gelmem dersen o zaman onun yerine sana bir çok oyuncak getiririz diyerek, sözde seçimi bana bırakırdı. Ben de avrupadan gelecek birbirinden ilginç arabalar, legolar, ve daha bir sürü başka oyuncağın heyecanıyla ve kararı kendimin vermesinin getirdiği güvenle, tamam o zaman beni anneanneme bırakın der, sonra da bana getirecekleri oyuncakları bir çırpıda sıralardım. Her iki taraf da pazarlıktan memnun olur, annem beni ekmiş olmanın getirdiği huzurla tatiline gider, ben ise 10 gün sonra kavuşacağım oyuncakların heyecanıyla anneannemin evinin yolunu tutardım.

Annemle babam avrupadayken, ben anneannemin Çankayadaki evinin kocaman salonunda top oynar, arada geldiğim misafirlik ziyaretlerine kıyasla daha uzun kaldığım için de, ilk kez geldiği evi keşfetmeye çalışan bir kedi gibi, evin her bir köşesini karıştırır, anneannemin uzun zamandır arayıp da bulamadığı ne varsa ortaya çıkarırdım. Oğlum sucuk gibi oldun, gel sırtına şu bezi koyayım demesine aldırmadan akşama kadar ordan oraya koşturur, akşam üstü olduğunda ise beraber, harika bir Ankara manzarasına sahip kocaman balkonunda çiçekleri sular, sonra da akşam yemeği için sofrayı kurmasına yardımcı olurdum. Ben çok severim diye menü hep köfte makarna ve yoğurt olurdu. Anneminkinden farklı olarak anneannem, içine biraz da maydonoz koyduğu köfteleri kızartır, masadan ketçabı hiç eksik etmez ve harika hoşaflar yapardı. Onun sayesinde ben annemlerin 10 günlük seyahatinin nasıl geçtiğini anlamam, hatta o 10 gün de bana, kendi evimden uzak olduğum için tatil gibi gelirdi.

Sonra benim için okul dönemi başladı ve babamın da emekli olması ile annemlerin avrupa tatilleri gitgide azaldı. Sonrasında biz ailecek İstanbul'a taşındık ve anneanne evindeki tatillerim bir süreliğine sona erdi. Yıllar sonra lise döneminde, anneanne tatilleri yine başladı. Şubat tatillerinde 1-2 arkadaşımı da yanıma alıp Ankara'nın yolunu tutmaya başladım. Anneannem ayrı şehirlerde oturduğumuz ve daha az görüşebildiğimiz için, yaşı çok daha ilerlemesine rağmen aynı keyif ve mutlulukla ağırlardı bizi. Lise bittikten sonra üniversite ve iş hayatı yine bizleri ayırdı. Büyümenin ve özgürleşmenin getirdiği gençlik heyecanıyla yolumuz daha az düşer olmuştu Ankara'ya artık, ta ki askerlik zamanı gelene kadar. Askerlik için kurada Ankara çıkınca, anneanne tatilleri tekrar başlayacak diye çok sevinmiştim. Kısa dönem yaptığım askerliğimde, hafta sonları çarşı iznine çıktığımda soluğu anneannemin evinde alır, onun hazırladığı prenslere layık kahvaltıyı yapar, sonra da uzun uzun sohbet ederdik.

Benim anneannem hep yaşlıydı, ben çocukken annemlerin tatilleri sırasında bana bakarken de yaşlıydı, lise yıllarında arkadaşlarımla kendisini ziyaret ettiğim zaman da yaşlıydı, üniversite bitip, iş hayatında bir beş sene geçirdikten sonra askerliğimi yaptığım zamanda yaşlıydı. Kendimi bildim bileli yaşlıydı anlayacağınız. Hep yaşlıydı ama son zamanlarda iyice yatağa mahkum olmuştu. Uzun süredir tedavi görüyordu ama artık yorulmuştu. Geçtiğimiz salı bir anda 92 yaşında bize veda etti. Otuzsekiz senedir özlediği kocasının yanına defnettik kapalı ve iç karartıcı bir Ankara gününde. Ben inanamadım, hala da inanamıyorum. Hayatım boyunca hep yaşlı olduğu için, belki de bana ölümsüz gibi gelmişti. Hep vardı, hep ordaydı, hep de olacaktı. Bana maydonozlu köfteler kızartan, birbirinden güzel hoşaflar yapan, nerden buldun oğlum onu ben de kaç gündür onu arıyordum diyen, prenslere layık kahvaltılar hazırlayan anneannem artık yok. Her ölüm erken ölümdür. Gökten bir yıldız kaydı ve benim tek dileğim, nurlar içinde yat ve mekanın cennet olsun anneannecim.

Tolga AYKUT

14 Aralık 2011 Çarşamba

Do you know where you're going to?..... Do you like the things that life is showing you?.......

Aynaya en son ne zaman baktınız? Ama makyaj yapmak, diş fırçalamak ya da traş olmak için değil, kendinizle yüzleşmek için. En son ne zaman iki elinizi lavabonun kenarlarına dayayıp, aynadaki aksinizin karşısına dikilip, kendinize meydan okudunuz?

Genelde yapamıyoruz maalesef. Konu hayatın acımasız gerçeklerini kendimize ifade etmek olunca, başaramıyoruz. Kendimizi kandırmak, amaan sende demek, pislikleri temizlemek yerine onları halının altına süpürmek daha kolay geliyor. Bir şekilde düzelir nasılsa diyoruz, başkası mutlu mu ki diyoruz, hayat böyle birşey işte diyoruz, ve hep geçiştiriyoruz. Depresyona girmemek için ve psikolojimizi sağlam tutmak adına çok da yanlış değil, başarısızlıklar, acılar, kederler ya da memnuniyetsizliklerle yüzleşmeyi ötelemek, çünkü acı tazeyken onlarla başa çıkmak çok daha zor. Peki ya sonrası?

Sonrası, öncesinden kesinlikle daha önemli. Zaman denen ilaç devreye girdikten ve sıkıntılar ilk andaki şiddetini kaybettikten sonra artık birşeyler yapmanın vakti gelmiş demektir. Sonrasında aynaya bakıp, kendimizle yüzleşmemiz ve Diana Ross'un bize sorduğu soruya içtenlikle cevap vermemiz gerek. Hayatımızdan memnun muyuz? Başımıza bu sıkıntılar neden geldi? Neler bizim elimizde, neler değil? Hangi kararları kendimiz veriyoruz, hangi kararları, toplum, çevre ya da ailemiz bizim adımıza veriyor? Gelecekten ne bekliyoruz? Hayal ettiğimiz yolda gidebiliyor muyuz? Hayal ettiğimiz yol akılcı ve rasyonel mi? Yoksa hayatımızı bir hayal uğruna mı harcıyoruz? Mutlu muyuz? Yoksa mutlu olabilmek için herşeye sahipken yine de mutsuz muyuz? Bunların sebebi kendimiz miyiz, yoksa bize dayatılan, kodlanan şeyler mi bu düşünceleri taşımamıza sebep oluyor? Yoksa allaha bin şükür sağlığım yerinde, mutluyum ve huzurluyum mu diyoruz.

Sağlığın bozulması, yaşlılık, ölüm, doğal afetler gibi hayattaki bazı dertler, bizim dışımızda gelişen bizim engelleyemeyeceğimiz dertlerdir. Engelleyemeyeceğimiz dertler için yapacağımız fazla bir şey yoktur, ve kendimizi ya da talihimizi suçlamanın da bir anlamı yoktur. Zaman, gereken tedaviyi uygulayacaktır. İflas, boşanma, yalnızlık, işsizlik, başarısızlık ve benzeri dertler ise bizim sebep olduğumuz dertlerdir. Sebepleri de, çözümleri de bizdedir. Sağlığımızın bozulması eğer kendimize kötü baktığımız için olmuşsa yine sebebi bizizdir. Başımıza gelen sıkıntıyla yüzleşmeli, sebebini belirlerken kendimize karşı dürüst olmalı ve çözümü için de adımlar atmalıyız. Bir şekilde düzelir nasılsa dememeli, ben bu işi düzelticem demeliyiz. Başkası mutlu mu ki dememeli, başkası beni ilgilendirmez, ben mutlu olucam demeliyiz. Hayat böyle bir şey işte dememeli, hayat çok güzel ve yaşamaya değer, ben onu daha da güzelleştiricem demeliyiz. Biz kendimiz mutsuz olursak kimi mutlu edebiliriz ki? Mutluluk bir şeylere sahip olmakla ya da hedeflere ulaşmakla gelmez, o şekilde yaşanan hazzın adı tatmindir ve bir süre sonra da yok olup gider. Mutluluk ulaşılması gereken bir yer değil, yolculuğun kendisidir.

Her birey kendi hayatını yaşar, bu sebeple bize bizden başkasından fayda yoktur. Kendimiz düştüysek, yine kendimiz kalkıcaz demektir. Yeter ki kalkmak için neler yapmamız gerektiğini iyi belirleyelim. Yeter ki silkinelim, üzerimizdeki ölü toprağını atalım, aynanın karşısına geçelim, kendimizi kandırmayalım, gerçeklerle yüzleşelim, kararlı olalım, sorumluluk alalım ve harekete geçelim. Hayat çok hızlı bir şekilde akıyor. Kendimiz için birşeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Şimdi değilse ne zaman?

Akıntıyla sürüklenen dal parçası olmayın, nehirin kendisi olun.


Tolga AYKUT